İnfakın İslamiyet‘e ve insanlığa getirdiği çok önemli bir başka hadise de ilmin yayılmasıdır. Bir kimse bildiklerini diğer insanlara öğretmezse, Kuran‘a ve dine ihanet etmiş olur. İslamiyet’in geldiği yıllarda ilim kimseye öğretilmeyip bir sır gibi saklanabilirdi. İlim adamları bu sırlar sayesinde hayatlarını devam ettirebilirlerdi.
Nurbaki’yi Takip et
Özellikle eski çağlarda; Eski Mısır’da, Hint’te, Çin’de hep böyle olmuştur. Çünkü ilim adamları bildiklerini öğrettikleri takdirde kendi hayat sahalarının daralacağını düşünüyorlardı.
İlk olarak İslâmiyet, herkesin bildiğini öğretmesi kaidesini getirince ilmin yaygınlaşması söz konusu oldu. Hatta Batı, İstanbul’un fethinden sonra Türklerin yenilmez gücünü etüt ederken bunun kaynağının sadece askeri donanım değil “ilim adamlarına hürmet, insanlara özgürlük ve herkese hakkını vermek” ilkelerine dayalı bir hukuk devletinin varlığı olduğunu belirledi.
Bu gerçek onları o kadar etkiledi ki kilise bütün taassup duvarlarını kaldırıp ilme saygı göstermeye başladı. Aslında Rönesans’ın özünde yatan hadise budur. İlmin yaygınlaşmasına karşı kilise taassubu yıkılmıştır.
İnfak sıradan bir sadaka değildir!
Anlaşılacağı gibi İslamiyet’in üstünde önemle durduğu infak bir yandan ekonomik bir yandan bilimsel yaygınlaşmayı temin ederek toplumlara bir zindelik getirmektedir. Onun için infakı sıradan bir sadaka şeklinde değerlendirmemek lazımdır.
Zaten bugün gördüğümüz tarzdaki sadakanın infak olması imkânsızdır.
Çünkü birisine yapacağınız yardımla sizin maddi durumunuz arasında bir orantı olması lazım. Ayrıca yaptığınız yardımla karşınızdaki insanın ihtiyacını gidermeniz de şart.
Öte yandan İslamiyet “Ben yardım edecek kimse bulamıyorum” mazeretini kabul etmemektedir. Çünkü bir Müslüman zekâtını, infakını, sadakasını yerine getirebilmek için zaruret halinde olanı bulmak zorundadır. “Mahallemde fakir yok” diyerek sorumluluğundan sıyrılmaz.

Nasıl ki iş hayatında küçük bir aksaklık olduğunda araştırma ünitesi kurarak her türlü cambazlığı yapmaya çabalıyorsa, yapmak zorunda olduğu yardım için de aynı araştırma yöntemlerine başvurmak mecburiyetindedir.
İslâmiyet’in getirmek istediği toplum düzeni budur.
İnfak etme kabiliyeti.
Özet olarak söylemek gerekirse infak, namaz kadar önemli bir hükümdür. Bugün bir insanın Müslümanlığını namaz kılıp kılmadığına göre değerlendiriyoruz. Ancak onun yanı sıra infak edip etmediğine de bakmak lazım.
Çünkü namazda Cenabıhakk’a hesap vermenin bir yolu ancak infaktan geçer. İnsan beş vakit Allah’ın huzuruna çıktığında neyle hesap verecektir? Tabii ki yaptığı yardımlarla. Bu sebeple bir insanın, namazının başarısı için infak kaçınılmaz bir hadisedir. Müslümanlığın derecesi infak artı namazın yürütülüp yürütülmemesi ile ölçülür.
Yoksa bir insanı günahlarıyla yargılamak fevkalade ilkel ve sonuca varmayacak bir yoldur.
İnsanın Allah indinde makbul oluşunun tek yanı infak etme kabiliyetidir. Hatta bu hususta Efendimizin güzel bir cümlesi vardır “Cömert bir kâfir, hasis [cimri] bir Müslümandan çok daha ümit vericidir.”
Yani hasis Müslüman sonunda imanını kaybeder ve Allah’ın huzuruna Müslüman olarak çıkma şansından uzaklaşır. Ama bir insan cömertse; buna karşılık bugün için ibadetlerini yapamıyor, Allah’la irtibat kurmuyor, Allah’a inançta birtakım tereddütler içinde yüzüyor ve içinde sıkıntılar taşıyorsa… İnsanlara yardıma devam ettiğinde mutlaka Allah’a yakınlaşacaktır.
Çevrenizdeki insanları tetkik ediniz. Sonradan Allah’ı bulan ve dine yaklaşan insanların cömert kişiler olduklarını göreceksiniz.
Anlamak için
Güzel örnekler ve söylediklerimizin doğruluğunu anlamak için yine “Asr-ı saadet” çağındaki Müslümanların davranışlarına bakmak kâfidir.
- Başta Efendimiz bütün servetini insanlara dağıtmıştır.
- Hz. Ebubekir, Hz. Osman ve o devirde elinde birkaç kuruş serveti olan herkes varlıklarını diğer Müslümanlarla paylaşmışlardır.
Zaman içinde kıtlık olmuş, bütün Ortadoğu kıtlıktan kırılmış ama Medine’ye bir zarar gelmemiştir. Çünkü herkes komşularına, dostlarına yardım etmiştir. Herkes yiyeceğini paylaştığı için kıtlıktan zarar gelmemiştir.
Şu hâlde biz, o çağdaki güzel örnekleri göz önüne aldıktan sonra bugünkü çağda ve kalıplarda yalnız namaz ve oruçla İslamiyeti yürüttüğümüzü sanırsak büyük hata işleriz.
Müminlerin değeri infaka bağlıdır

Çünkü İslamiyet’i öğreneceğimiz iki kapı olan Kuran ve Efendimizin uygulamaları ısrarla infak üstünde durmuşlardır.
O kadar ki peygamberimiz “İnfakı olmayanın namazı da yoktur” demiştir. Öyleyse bütün müminlerin değeri ancak ve ancak yaptıkları infaka bağlıdır.
Bir insan çok iyi bir Müslüman olduğunu iddia ediyorsa ona neyini infak ettiğini sorunuz. Bütün ömrü boyunca ne kazanmış ne kadarını bağışlamış?
Herkes kendisini evliya veya peygamber vekili ilan edebilir. Ama infak etmediklerini ortaya çıkarırsanız sahteliklerini yüzlerine vurabilirsiniz. Mümin, fakirin kokusunu duyup da ona rastlayamamış ve yardımda bulunamamışsa, bunun rahatsızlığını hissetmediyse hiçbir yere varamamıştır! İmanı, kendi kendini aldatan kısır bir döngüden ibaret kalmıştır.
İnfak yolu.
Bildiğiniz gibi Allah’a inanmak bir gönül meselesidir. Kuran insanları hiçbir zaman akıllarını kullanarak Allah’a inanma tarafına çağırmaz. “Gönüllerinizi kullanın” der. Çünkü Allah bilimsel olarak anlaşılmayacak kadar zor bir konudur.
Biz bugün atomu, hücreyi, galaksileri anlayamamışken bunları yaratanı nasıl idrak edeceğiz? Tanınmış fizyoloji profesörü Finkelstein der ki “Zekâ kendisini yaratanı idrak edemez çünkü kendisini yaratan mutlaka ondan daha zekidir”.
Öyleyse Allah’ı ancak duyarak, hissederek bilmek mümkündür.
Bir insan yüreğinde Allah kavramını hissetmişse, otomatikman o yürekte bir yumuşama hâsıl olur. Katı yüreklerde Allah inancı olmaz. Yüce kitabımızın tarif ettiğine göre, yürekleri katı olanların iman etmesi mümkün değildir.
Dikkat ederseniz yeryüzünden geçen katı yürekli insanlar topluma inançsızlıklarıyla örnek olmuşlardır. Nemrut, Firavun, Cengiz gibi. Aslında bunlar son derece akıllı insanlardır. Öyleyse inançsızlıklarını sadece katı yürekliliklerine bağlamak gerekir.
İşte infakın önemi buradadır. Eğer bir insan “Allah böyle istiyor” diye zorla infaka başlamış olsa da yavaş yavaş yüreğinin katılıktan kurtulup gevşemeye başladığını hissedecektir. Eğer içinden gelerek infak ediyorsa daha büyük bir yol alacaktır.
Eğer bir insanın kalbi bir kez yumuşamaya başlar ve bu devam ederse yaptığı her yardım onda bir gönül penceresi açar. Bu açılan pencerelerin tümünden şiddetle Allah’a yaklaşır. Kafasında bir hayal şeklinde yaşattığı Allah’ı hissetmeye başlar. Rüzgâr eserken, yağmur yağarken bitkinin ve toprağın yağmur suyuyla konuştuğunu hisseder adeta. Allah’ın bu yağmuru vermekten aldığı zevki hisseder. Ama bunun için gönlünün katılıktan kurtulması lazımdır. Bu da infak yolundan geçer.
Kelime-i şehadet getirmekle bir yere varılmaz.
Düşününüz ki Yüce Peygamberimiz bir gün bile tek başına yemek yemiş değildir. Bu hareket çok büyük bir sünnettir. Ama öyle bir çağa geldik ki kendilerini İslâm kalıplarına soktukları halde bir arkadaşına değil yemek, çay ısmarlamaktan korkan insanlarla karşılaşıyoruz.
Bunlar inançlarını mutlaka revizyondan geçirmelidirler.
Kelime-i şehadet getirmekle bir yere varılmaz. Arkasında gönül yumuşaklığı ve insanlarla iletişim bulunmak zorundadır.
İnsanlarla bağlantı kurdukça iman daha da güzelleşir. İnsanın ideali bütün varlıklara merhamet ve sevgi duymasıdır. Bu ideali arayarak insanlara yaklaşırsanız, Allah’ın yaratılışta bize verdiği temsilcilik hassasına ermiş olursunuz.
İçerik no: 1037
Alıntı: Günaydın Gazetesi Eki