Hepiniz hoş geldiniz. Çağımız çok süratle renk değiştiren, kan değiştiren bir çağdır. Bu özelliği de daha çok insanların inançları ile kültürel davranışları, hayat tarzını verdikleri farklılıklardır. Genelde 19. yüzyıla kadar insanlar büyük gruplar halinde semavi dinler dediğimiz dinlerin etkisinde kültürler oluşturmuşlardır.


Nurbaki’yi Takip et


19. asırda özellikle ve biyolojideki büyük keşifler insanların zihinlerinde çok büyük kargaşalar yaratmıştır. Eskiden birçok bilinmezi “bilinmez dosyasına” koyan insanoğlu, bu sefer onların bir kısmını çıkararak “bilinir” demek durumuna düşmüştür.



Bu çok enteresan bir şeydir. Mesela bunun en yakın misallerinden bir tanesi biliyorsunuz İrlanda’da çok meşhurdur; uğursuz şatolar, vampirler, cinler, periler… İrlanda ve İngiltere’de oldukça gündem maddesidir. Hâlâ da dokümanter filmlerde olsun diğer macera filmlerinde olsun hep bu noktalara ait izler bulursunuz. Bu bilinmezlik, yani “Bu şatoda insanlar oturdu, işte genç yaşlı öldü…” filan gibi birtakım kavramları bilinmeyen noktalara bağlarken, dünya atmosferindeki çeşitli radyoaktif maddelerin keşfinden sonra çok rahat bir izah yapıldı. İrlanda’da rüzgârların tesiriyle çoğu taş olan şatolara Fransiyum gazının (yani radyoaktif radyumdan bir evvelki sırada, atmosferde çok az miktarda bulunan bu radyoaktif gaz), atmosferden çok ağır olması dolayısıyla rüzgârların da etkisiyle bu şatolarda büyük yoğunluk taşıdığı tespit edildi.

Böylece, işte düne kadar esrarengiz birtakım güçlere yorumlanan uğursuzluk hadisesi, orada aşırı radyoaktivite dolayısıyla birtakım sağlık sorunlarının çıktığını ortaya koydu. Elektrik de öyle ışınlar da öyle…

Laboratuvara girmeyen bilgiye inanmama fikri

Bunların mahiyeti az çok fizik biliminde olsun diğer bilimlerde olsun sezilmeye başlandıktan sonra, insanların yorum tarzları değişti. Bu yorum tarzlarının değişmesi, insanlarda laboratuvarlara karşı o kadar büyük bir ilgi doğurdu ki bilahare diyalektik felsefeye, Marksist felsefeye ışık tutan, laboratuvara girmeyen bilgiye inanmama fikri doğdu.

Böylece 19. ve 20. yüzyılın aşağı yukarı ilk 3 çeyreğinde ciddi bir inanç kargaşası başladı.

Pek çok insan soyut bir Allah inancından ziyade, evrendeki birtakım olayların dengelerinin yaratılma üzerinde etkili olduğunu düşündüler ve böylece ateizm, ona bağlı olarak  teorileriyle birlikte insanların hayat tarzlarına büyük ölçüde ışık tuttu. Ve neticede insanlar inançlarını terk ederek hayat tarzlarını yeni bir düşünceye göre kurmaya başladılar.

Manevi değerlerin maddi prosedürlerden ayrılması

Bu yeni tarz düşünceleri belli bir süre devam ettikten sonra insanların manevi değerleri yitirerek uzun müddet toplum düzenini sağlayamayacakları anlaşıldı. O zaman, yeniden manevi değerlere sarılmak gerektiğini, manevi değerlerin maddi birtakım prosedürlerden ayrılması lazım geldiğini düşündüler ve çağımız onun için çok enteresan bir noktaya geldi.

İnançlar üzerinde bir tarz değişik görüntüler raks etmeye başladı. Bu sırada üst üste çok değişik keşifler meydana geldi.

Bunlardan en önemlisi insan hayatının, bütün canlıların hayatının temel taşı olan DNA dediğimiz molekülün keşfidir.

Bu molekülün keşfiyle beraber hayat, canlılık ve bir de fizik hakkında çok değişik bilgiler yayıldı. DNA’nın keşfi biyolojiye (insanlara) bir şey öğretti. Bütün canlıların hücrelerinin ana maddesi birbirinin aynıdır.

Matematik program evrimleşir mi?

Bunu biraz daha günlük yaşama tercüme etmek lazım gelirse; yapı itibariyle beyin hücresiyle ot hücresinin hiçbir farkı yoktur!

Kimyasal yapı itibariyle ot hücresini ot hücresi kılan, beyin hücresini beyin hücresi kılan kimyasal yapıları değil, matematik programlarıdır. Ot hücresi oksijen yapmak üzere programlanmış, oksijen yapıyor. Beyin hücresi birtakım intibaları elektrik akımına çevirmek için programlanmış, o da birtakım etkileri elektrik akımına çeviriyor.

Bu keşifle beraber insanların o güne kadar büyük ölçüde kendilerine sermaye yaptıkları evrim hakkında ciddi tartışma başladı. Evrim tartışılınca, evrimin mantığını temelden sarsan, bütün hücrelerin yapı taşı özelliklerinin eşit olması bir soru ortaya çıkardı. Matematik evrimleşir mi?

Bir programın kendi kendine evrime uğraması mümkün değildir! Bir program kendi bünyesinde vardır. Ayrı bir program da kendi ayrı bir bünyede vardır.

Bunların evrimleşmesi yani matematiğin evrimleşmesi mümkün değildir. Bu tez üzerindeki görüşlerini yansıtan adamları çok daha ciddi bir konuyu tespit ettiler: insanların kendi nazarlarında evrimleşti! Bunlar biraz daha basit, biraz daha mükemmel, gelişmiş dedikleri kavramlar tamamen ilmi sübjektif kavramlar… Mesela bir atom çekirdeğinin dengesi konusundaki fevkalade esrarlı matematik formül hiçbir zaman canlıların matematik formüllerinden daha dar çerçevede değil!

Yani canlıların temel taşını teşkil eden atomların bizzat kendisi, evrime uğramış canlılardan çok daha mükemmel bir yapıyı taşıyor!

Parite Teorisi ortaya çıktıktan sonra

O halde herhangi bir şeyin gelişmesini böyle bir evrim zaptı içerisinde görmek mümkün değildir! Bunların üzerinden çok kısa bir müddet geçmişti ki Parite Teorisi1 ortaya çıktı! Parite Teorisi ortaya çıktıktan sonra astrofiziğe ve fiziğe bakış büsbütün değişti.



Çünkü bu teoriye göre evrende var olan bütün varlıkların bir negatif kopyası, evrenin başka bir mekânında mutlaka var olmak zorundaydı.

Bu keşifle beraber canların program üzerindeki değişimleri yahut da canlı değişikliğinin tamamen programa bağlı olduğu görüşü, insanları yaratılışla ilgili görüşlerini değiştirmeye zorladı.

19. asrın yaratılışla ilgili görüşü; evrende başıboş, dengesiz, ne olduğu belli olmayan birtakım enerji kitleleri var. Bunlar tesadüfen birtakım dengeler meydana getirmiş ve yıldızlar, ondan ortaya çıkmış deniyordu. Hâlbuki Maurice Dirac2‘ın bulduğu Parite Teorisi, tesadüfi oluşu tamamıyla ortadan kaldırmış oldu.

Bu sefer evrenin nasıl meydana geldiği sorusu astrofiziğin gündemine ünlü Big Bang Teorisi… Yani patlayan ak noktadan evrenin doğuşu gündeme geldi. Bu teori üzerinde özellikle Amerika’da bütün fizik laboratuvarları çok yoğun çalışmalar yaptılar. Uzay fiziğinin de ilerlemesi, özellikle uzaya birtakım uyduların gönderilmesi ve bu uydulardan net bilgilerin alınması netice itibariyle uzay hakkındaki bilgilerimizi, görüşlerimizi akıl almaz bir şekilde değiştirdi.

Evrenin haritası

O güne kadar kendi başına büyük, dev enerjilerin çatıştığı bir kargaşa mekânı sayılan evrenin tek bir noktadaki bir dev patlamadan ileri geldiği tezi hâkim oldu.

Bu, tek bir noktadan meydana gelen dev patlama o kadar büyük bir enerji taşıyordu ki, patlama anında bu enerjinin mekânlara yayılma anından itibaren birtakım kuvantlar, bu kuvantlara bağlı olarak atom çekirdeklerinin yapı taşı maddeleri, nötronlar ve protonlar bir silsile halinde teşekkül etti. Teşekkül eden bu silsile evrenin bir haritasını meydana getirdi.

Yine bu Big Bang teorisi üstünde yapılan çalışmalar patlamanın çok enteresan bir fizik kaderi temsil ettiğini ortaya çıkardı.

Yani diyelim ki Samanyolu üzerindeki herhangi bir büyük Güneş, mesela Vega Yıldızı3 ilk patlamadan itibaren evrenin hangi galaksisinin hangi mekânında hangi mesafelerde, kendisine bir takım tabii sistem uydular bulacağı… Bunların evrendeki sonsuz mekânlara yerleşimi ilk patlama sırasındaki enerji dağılımının programında olduğu meydana çıktı.

Bunu meydana çıkaran büyük teorik fizikçilerden birisi Paul Davies, vacuum dediğimiz boşluklar üzerinde deney yaparken mekânların en sonuna kadar boşaltılması halinde neler olabileceğini laboratuvara getirmek istiyordu. Biliyorsunuz ampuller havası azaldığı için elektrik akımının infraruj etkisini değişik bir biçimde ışığa çevirmesiyle meydana geliyor. Eğer bu elektrik ampullerin boşluğunu daha da derinden yaparsanız, o zaman daha sert ışınlar oluşuyor ki röntgen tipleri meydana geliyor.

Mutlak vakum

İşte bu yöntemden yol çıkarak Davies çok enteresan bir buluşun sahibi oldu. “Sonsuza kadar herhangi bir vakumun (boşluğun) içerisinde bulunan varlıkları, enerjileri ve zerrecikleri sonsuza kadar boşaltırsanız ne olur?” diye bir araştırma yaptı ve gerçekten sonsuza kadar boşalttı.

Yani mutlak vakum elde etti. Mutlak vakum elde ettiği zaman çok akıl almaz bir hadiseyle karşı karşıya geldi. Tamamen boşalmış olan bir mekânın içerisinde hiçbir şey olmaması lazım gelirken çok ciddi izlediği deneylerde her geçen gün yeni bir kuvantın bu boşlukta doğduğunu gördü.

Yani ışık olarak bilinen, madde olarak bilinen parçacıklar kendi kendine boşlukta varlık gösteriyorlardı. Bunları da vakumla tekrar aldığı zaman daha değişik varlıklar beliriyordu.



İşte bu deneyle birlikte Big Bang teorisinin ortaya koyduğu hadise evrenin her tarafında programlı varlıkların doğuş halidir.

Bu programlı varlıkların doğuş hali, yani evrenin en uzak noktalarına kadar programlı varlıkların doğuş hali mutlaka önceden programlanmış olduğunu, bir bilinci tarafından yönetildiğini ortaya koydu.

Onun üzerine de Paul Davies4 meşhur, Modern Fizikte Allah İnancı diye bir kitap yazdı.

Türkiye’de zannediyorum tercüme ettiler, yakın yıllarda. Bu kitabında Allah inancının nasıl zorunlu olduğunu, fizik dengeler karşısında çok ciddi bir şekilde laboratuvar bilgisi olarak sundu. O andan itibaren zaten yavaş yavaş etkisini kaybeden ateizm bir anlamda fiziğe teslim oldu.

Genetik şifrelerin çözülmelerindeki akıl almaz sıralanış

Hemen arkasından kolayca biyolojiye teslim oldu. Biyolojiye teslim olmasının sebebi de genetik mühendisliğinin doğması ve varlıkların genetik şifrelerinin çözülmelerindeki akıl almaz sıralanıştı.

Anne karnına tohumlanmış olarak intikal eden bir hücre, yani embriyonun ilk ünitesi bir tek hücreden insan bedenini teşkil eden 30 bilyon hücreye kadar çoğalmaktadır.

Bu çoğalış çok ilginç bir sıra ve numarataj takip etmektedir. Nasıl?

Bütün genetik şifreler meni hücresiyle annenin yumurta hücresi arasında ikiye bölünmüş istidatları evvela ikiye böler, iki tane hücre olur. Yani tohumlanmış ünite iki hücre haline gelir. İki hücre haline geldiği zaman genetik şifreler bu iki hücreye yarı yarıya taksim olur. Tekrar her iki hücre de ikişere ayrılır. Böylece ikinin geometrik katları şeklinde 30 bilyona kadar, yani milyar çarpı trilyona kadar bu iş uzar gider. İşte hücrelerin istidat taşımaları ikiye geldiği zaman, dörde geldiği zaman, on altıya geldiği zaman, otuz ikiye geldiği zaman istidat taşımaları, genetik şifreleri taşımaları fevkalade enteresan ve esrarengiz bir hadisedir.

İlk defa bölünen hücrede ikiye bölünen hücrenin bir kısmında kemik, kas, sinir hücreleri vardır, bir kısmında yumuşak doku hücreleri vardır ama o yumuşak doku hücreleri tekrar ikiye bölündüğü zaman yavaş yavaş midenin hücresini mi yapacak, kasın hücresini mi yapacak, karaciğerin hücresini mi yapacak? Bunun çabasına düşer… Bunlar bölüne bölüne bölüne bölüne… Netice itibariyle sizin gözünüzün kenarındaki bir tek noktayı teşkil eden bir hücre dahi bu 1’den 30 trilyon hücreye kadar sıralanışta mutlaka bir numara almalıdır ve numarasını muhafaza etmesi lazım gelir.

Eğer böyle olmazsa genetik şifreler çözülerek bir canlıyı meydana getiremez.

Canlıyı meydana getiremez ne olur? Bakın bunun matematikte bir izahı verilmiş. Çok enteresan bir misal verilmiş. “Eğer yaratılış herhangi bir tesadüften veya rastlantıdan ibaret olsaydı nasıl olurdu?” diye matematikçi soruyor, diyor ki “Elinize bir torba alıp içine 10 tane numara yazılmış taş atın. Elinizi torbanın içerisine sokun 3 numaralı taşı çıkarın” diyor görmeden.

Madem ki siz “Yaratılışta tesadüflerin, rastlantıların etkisi vardır” diyorsunuz… Bu demektir ki görmeden torbadan çıkıyor, demektir. Görmeden o taşı çıkarabilme ihtimaliniz matematiksel olarak birden ona kadar taş olduğu için onda birdir1 ile 2 numaralı taşı üst üste çekmek isterseniz bu sefer %1 ihtimalle ancak çekebilirsiniz. 1’den 10’a kadar taşları görmeden sırayla çekme ihtimaliniz 10 milyarda birdir.

Şimdi yumurta hücresinin bölünmesini dikkate alan bilim adamları, genetikçiler soruyor. Diyor ki 1’den 10’a kadar sıralanmış taşların sırayla çekilme şansı 10 milyarda bir iken, 1’den 30 milyona kadar sırayla sıralanması lazım gelen genetik şifrelerin, görmeden yan yana gelme… Yani bir tarafından sıralamadan, kendi haline gelme şansı 10 üzeri 50. Yani 10 milyarda birin 10 milyarda birin 10 milyarda birin 10 milyarda birinin binde biri kadar bir ihtimal vardır. Bir tek insanın anne rahminde hücrelerinin tesadüfen sıralanması gerekse bir insanın doğum ihtimali milyarın 5 defa tekrar edildiğinde birdir.

Hâlbuki müşahede gösteriyor ki anne rahmine düşmüş her hücre, sıralanışı muntazam yapıyor. “O halde iki şık var” diyor adam… Ya torba açık taşlar ortadadır, sırayla çekersiniz: 1, 2, 3, 4, 5 diye 10 milyona kadar veyahut bunların içerisine çok ilginç bir program verilmiştir. O program dolayısıyla, o sırayı şaşırmadan bulurlar. Her ikisi de (evvelce) evrende müthiş bir bilim bilincinin olduğunu gösteriyor.

Yaratıcı kudrete ilk adım

İşte bütün 19. asırla bu asır arasındaki fark bu. 19. asırdaki bilim evreni tesadüflere bağlıyordu. 20. asırdaki bilim evrende mutlak bir evren bilinci vardır; bu evren bilinci sayesinde birden 30 bilyona kadar hücrelerin üremesi, bölünmesi her bir numaranın bir yere gitmesi şaşırmadan meydana gelebiliyor, bölünüyor…

Şu hâlde gerek fizikteki görüntü gerek biyolojideki görüntü kesinlikle bir evren bilincinin varlığını gösteriyor.

Zaten evren bilinci dediğimiz zaman, işte yaratıcı kudrete ilk adımı atmış oluyoruz.

Evrenin ahenkli bir biçimde ve çok büyük bir matematiksel bilgisayarla yapıldığını ve yönetildiğini bilim gayrikabili içtinap şekilde, yani kaçınılamaz şekilde ortaya koyduktan sonra Allah inancı konusundaki görüş fiziğin ve matematiğin zorunlu bir desteği oldu. Şu hâlde evren bilinci mutlaka fizik, matematik ve biyolojik olarak kabul edildikten sonra, insanların gerek kendi yaşam hadiselerine gerekse evrendeki fizik ve astrofizik hadiseleri, tesadüfe (gelişigüzelliğe) bağlamaları mümkün değildir.

Nitekim genetik şifrelerin yeni analizlerinde özellikle 1992 tarihindeki genetik mühendisliği ana kongresinde aynen söylenen söz şudur “Eğer genetik şifrelerin taşıdığı matematik sıralanışı bir kompütere yazdırabilirsek (ki amacı budur kompütere yazdırdığımız takdirde) anne rahminden daha bir aylıkken – 15 günlükken bir çocuğun doğduktan sonra kaçıncı sene karaciğer kanserinden ölebileceğini tespit edebiliriz”. Aynen bu tebliğ yapılmıştır.

Hatta çocuklar doğduğu zaman bugün biliyorsunuz isimlerinin yanına ayaklarının izleri alınarak bir kimlik çıkartılıyor. Diyorlar ki “O kimliğin yanına biz rahatlıkla bütün sağlık kimliğini çıkartabiliriz.”

Zaten daha anne karnındayken bütün kaderi tespit edilmiş, büyük bir evren bilincinin ötesinde o bilincin de daha yaratıcısı olan Allah’ın varlığını kabul etmemek imkânsız hale gelmiştir.

Demek ki Allah, ilmiyle kendisini insanoğluna o kadar net deklere etti ki artık bir insanın dün “İster inanırım ister inanmam” demesi bir tercih meselesiydi. Şimdi artık bir insanın “İnanmam!” demesi “Ben ilmi bilmiyorum ki kardeşim ne yapayım? Onun için inanmam!” demesi, lazım gelir.

Yoksa biyolojiyle, fiziği bildikten sonra Allah’ın varlığını kabul etmemek bir tercih meselesi olmaktan çıkmıştır.

İşte insanoğlunun en enteresan yönü budur.

İnsan yaratanını bulmak sevdasındadır

Evrendeki bütün varlıklar otomatik vitese bağlanmıştır. Yani ister canlı ister cansız her varlık kendi kaderine yazılan programı icra ile mükelleftir. İcra etmek zorundadır. Su molekülü 0 derecede donacak 100 derecede temayül edecektir. Baş aşağı durursa akacaktır. Aklınıza ne geliyorsa… Kendi fizik vasıfları onun otomatik vitesidir.

Canlılar için de böyledir. Her canlı gerek beslenme konusunda gerekse korunma konusunda kendisine verilen biyolojik programı aynen uygulamak zorundadır. Bu onun tercihi değildir. Hatta herhangi bir hayvanın etle veya otla beslenmesi dahi tercihi değildir. Yerin altında veya yerin üstünde beslenmesi, suyun içinde veya suyun dışında, havada uçarak yaşaması elbette tercihi değildir. Bunlar otomatik viteslerine yani bunların genetik kartlarına programlanmış hadiselerdir. Onun için evrenin nasıl yaratıldığını, kendileri bu evrenin neresinde olduğunu düşünecek bilince sahip değillerdir ama bütün evrendeki varlıklar içerisinde bir tek istisna vardır, insan.

kendi yaratılışının hesabını sormak, yaratanını arayıp bulmak sevdasındadır.

Bu, insanın duygusal yanı gibi görünür ama aslında asıl özelliğidir. Çünkü insan iki büyük kompüter sistemi içerisindedir. Bunlardan bir tanesi beyine bağlı ve bir kayıtla gelişebilen yanıdır. Ki işte aklı temsil eder, ilmi temsil eder, icabında biraz zekâyı temsil eder ama bir de insanın duygusal yanı vardır. Hadiseleri hissetmek, yorumlamak, aldığı bilgiyi kendi kendine kompüterize etmek kabiliyeti vardır. Bu yalnız insana has bir yandır ki, biz ona insanın gönlü veya + hâli diye biliyoruz. İşte bu hâli insanoğlunu; Allah’ı bulmak, Allah’ı aramak, kâinatın yaratılış şeklini hissetmek, nasıl yaratıldığının peşine düşmek gibi bir sevdaya düçar etmiştir.

İnkâr ederek bulma tarafını aramak

Onun için her insan mutlaka kendi iç dünyasında bir içgüdü gibi gelen, kaçınılmaz bir duygu gibi gelen inancın peşindedir.

Hatta birçok düşünürler Allah’ın varlığına inanmayan insanların, ısrarla Allah inancının etkisiyle inkâr ettiklerini ortaya koymuşlardır. Bu bir psikolojik sorundur. Aslında mutlaka inanmak istediği Allah’ı bulamadığı, yakalayamadığı için onu inkâr ederek acaba bir yanından inkâr ederek bulma tarafını aramaktadırlar.

İşte bunlardan dolayı, insanın bu çağda bilim adına kendisini yaratan Allah’ı ve bir de yaratan bu Allah’ın ilmini seyretme zorunluluğu vardır. Çünkü Allah “Kendi bilinmezliğini bilmek için, kendi güzelliğini seyretmek için evrenleri yarattım” diyor. Bu çok önemli.

O halde insanlar ilmin peşine, sanıyorlar ki bulaşık makinesi yahut çamaşır makinesi için düştüler de ilim böyle meydana geldi. Hayır! Tam aksine insanlar farkında olsun veya olmasın Allah’ı aramak için ilmin peşine düşmüşlerdir.

19. asrın ilk çeyreğinde, Paris Üniversitesi’ndeki fizik laboratuvarlarında yapılan çalışmaların hiçbirisi bir makine keşfi için değildi. Evrenin birtakım sırlarına yaklaşım sağlamak içindi.

İşte o sırlara yaklaşım sağlamak için ortaya çıkan ilim aslında kendi yaratanının bilinmezliğini bilmek, “Yarattım” dediği evrene ait sayfaları yavaş yavaş okuma zevkine eriştirmiştir. Yoksa Cenabıhakk’ın “Kendi bilinmezliğimi bilmek istedim” ifadesinden kastı, kendi kendini bilmek değil o bilinmezliği yarattığı varlıklara seyrettirmek. O güzelliği yarattığı varlıklara seyrettirmek içindir.

Namütenahi evren ahenginde ilim nasıl bulundu?

Evrenin içerisindeki bu namütenahi ahengi, bu namütenahi güzelliği insanlara ilim kanalıyla Cenabıhak yansıtmaktadır. kanalı ile yansıtırken de insanlar hep kendi başlarının derdine düşerek ilmi bulurlar.

Mesela bakın; mikroskobun keşfi, hücrenin incelenmesi hep mikroplu hastalıkları meydana çıkarabilmek için kendi canının derdine düştüğü için yapılan bir çabadır ama netice itibariyle bu kanalla bir şey öğrenmiştir. Onun arkasından bir hastalık gelmiş ki bu mikroskopla hücre bilgisiyle baş edemiyor. Bu da kanser. Ne yapacak? Hücrenin biraz daha derin katına girmek zorundadır. Bu derin katına girdiği zaman da genetik şifrelerle karşılaştı ve biz kanserden kurtulabilmek, onun çaresini arayabilmek için Allah’ın ilminde yeni bir sayfa açtık ki, bir mikronun içerisine binlerce şifreyi sığdıran ve değişmez yasaları vurgulayarak bize kaş, göz ve deri rengini, yaşayacağı süreyi tayin eden birtakım şifrelerin varlığının farkına vardık.

Böylece her geçen bir sıkıntı içerisinde Allah’ın ilmindeki sonsuz derinliği sezmeye başladık.

Bakın, bunlarda size birkaç misal vereyim. İnsanlar renkli görüyor, farkında değil. “Renkli olduğu için renkli görüyorum” diyor. Hâlbuki renkli televizyon keşfi olduktan sonra anlaşıldı ki bir cismi renkli görebilmek için insanın en az 8 tane kompüter cihazına ihtiyacı vardır.

Çünkü renkler beyine aynı zamanda yansırsa, hiçbir rengi göremez. Üst üste çıkmış bozuk renkler görülür. Renklerin beyine yansıyabilmesi için 7 ayrı rengin, 50 de 1 saniye farkıyla, sırayla beyine yansıması lazım. Bunu organize etmek için de 8 tane kompütere ihtiyaç vardır.

İnsanlar renkli televizyonu buldukları zaman anladılar ki kendi göz merkezlerinde 8 tane kompüter sırf renkli göstermeyi sağlıyor.

Buna benzeyen her bir keşif yeni yapıldığı zaman insanlar Allah’ın büyük ilmindeki esrarı sırayla sezmeye başladılar. Savaşa düştüler, uçakları gözetleyebilmek için radarı keşfettiler. Radarı keşfettikleri zaman kendi buldukları bir şey sanıyorlardı. Hâlbuki baktılar ki yarasalar radarı çoktan bulmuş. Radar dalgalarının bir nesneye çarpıp tekrar dönmesi lazım ki orada bir cisim var diye bilgi versin, yarasa da aynı metodu kullanır. Yani radarın mevcudiyeti zaten yarasanın beyninde mevcuttur.

Aklınıza gelen her türlü esrarlı bulgu zaten insanın biyolojisinde mevcut. Neden? Çünkü ilmin tümü Allah’a ait bir hadisedir. Yani hâşâ! Allah olmasaydı ilime lüzum yoktu ki, kim kime izahat verecek, kim kime matematik dersi verecek de bakkaldan alışveriş edecek?

Allah’ın varlığı, kendi bilgisindeki sonsuzlukları yarattığı kula tanıtmak için ve bunun için de seçtiği tek istisna insana öğretmek için bu hikmetleri perde perde gündeme getirmiştir.

Mesela kompüterlerin keşfi ilahi ilmin ne kadar karmaşa olduğunu, bizim alelade bir kayıt yapmak, doküman çıkarmak için kullandığımız kompüter cihazlarındaki binlerce programlanmış hücreciklerin yapılmasına karşılık, düşününüz ki evrenin kendinde ne kadar namütenahi kompüter sistemleri var. Bu kompüter sistemlerinin faaliyetlerini göremiyoruz çünkü asıl evrenin kendisi kompüterize bir sistemdir.

Allah yarattığı gücünün sonsuzluğun içerisinde bu kompüterize sistemi öyle ahenkleştirmiştir ki, hadiseler kendi kendine bu kompüteri çalıştırır gibi görünmektedir.

Mesela insan hayatiyetinin devamı için karaciğerimizde hiçbir fabrikanın yapamayacağı birtakım ilaçlar yapılır. Mesela bir kuduz mikrobunu öldürecek madde karaciğerde yapılabilir. Her türlü madde (kanser hücresini öldürecek madde de) karaciğerde yapılabilir. İnsan niye kuduz oluyor? Niye kanser oluyor? Onlar ayrı bahis… Çok karışık birtakım biyolojik aksamalardan sonra oluyor.

Peki bu hiçbir fabrikanın yapamadığı maddeleri yapan karaciğer hücresini bir an için kocaman büyütsek de kapısının önüne gidip seyretsek, ne göreceğiz? Herhangi bir kimya fabrikasının içerisine gittiğimiz zaman birtakım sistemler görüyorsunuz. Kimyacısı var, ambalajcısı var, programcısı var, bunları birbirine istif eden büyük bir teşkilat var… Ama bir karaciğer hücresinin içerisine girdiğiniz zaman bunların hiçbirini görmüyorsunuz. Bir yerden damla damla o esrarengiz madde çıkıyor, kana karışıyor demin söylediğim becerilere sahip.

İşte bunun kompüter sistemi, kendi içinde yaşayan bir kompüter sistemi. Onun içinden Cenabıhakk’ın büyüklüğü ve kaderindeki namütenahi esrar, öyle bir perdenin arkasında gizli olarak her an hayatımızda yaşıyor.

Neden Allah’a inanmaktan kaçıyor?

İnsanın özelliği, bu sistemi görebilmesi, Allah’ın varlığını sezebilmesidir. Bu histen kaçmak, yaşarken iyi insan olmaktan kaçmakla paraleldir. Bazı insanlar neden Allah’a inanmaktan kaçıyor? Çünkü Allah’a inanırsa mesuliyet var;

  • Kötülük yapmaması lazım.
  • Kendisi yerse yanındakini de yedirilmesi lazım.
  • Başkasına hainlik yapmaması lazım.
  • Hırsızlık yapmaması lazım.
  • Ahlaksızlık yapmaması lazım.
  • Nemelazımcılık yapmaması lazım.
  • Vatanı için ölmesini bilmesi lazım.

Bunların hepsi Allah inanç torbasının içerisinde.

Hiç kimse mesuliyetten kaçamaz!

Onun için Allah inancından kaçmak isteyen insanlar uyduruk bir şey söylüyor “Reenkarne olacağım! Bir daha gelirim” diyor. Maksat nedir? Mesuliyetten kaçmak! Ama Allah da diyor ki “Hiç kimse mesuliyetten kaçamaz!”

“Madem ki beni bileceğiniz biçimde sizi yarattım, madem ki beni fark ettiniz, söylediklerimi dinlemek zorundasınız. Mesuliyetiniz vardır! Bütün insanları sevmek zorundasınız!”

İnsanları sevmek, bir takım uydurma derneklerin ellerine afiş alıp da “insanları seviniz” demesiyle olur mu? Birbirlerinin gözlerini nasıl oyuyorlar, görüyorsunuz! Nerede merhameti nerede Bosna’nın karşısındaki hayvanlıkları! Neden? Allah’a inanmıyor ki insana acısın. Ancak kendi başına geldiği zaman bir içgüdüyle tepki gösterecek.

İşte! Allah inancının önemi burada. İlim Allah inancına mecbur ediyor ama bu mecburiyet insanoğlunda işi bitirmiyor. O inanca bağlı olarak insanoğlu, ciddi olarak Allah’ın emirlerine uymak zorundadır. Aksi takdirde hem Allah’ın varlığını karıncanın ayağındaki eklemden, mikrobun hayat hakkına kadar Cenabıhakk’ın büyük kompüter sisteminde var olan dengeleri görmek, bunları bilmek… Hem de başkalarına karşı sevimsiz olmak, düşman olmak, sömürmek, hakkını yemek işte böyle karmaşada nesiller yaratır.

Allah’a inanmadıkça İnsanoğlu pislikten kurtulmaz. Hem dine karşı ters düşer hem de iğrençlikten kurtulmaz!

İnsanları sevmek, insanlarda manevi değerleri ayakta tutabilmek için Allah inancı zorunludur. O kadar zorunludur ki, bütün dünya anayasalarının birinci maddesinde olmalıdır“Allah’a inanmak zorunludur” bütün anayasalara koyacaksın.

  • Madde 2 – Allah’a inanan, insanları sevecek. Hiç kimse kimseye kötülük dahi düşünmeyecek.
  • Madde 3 – Herhangi bir şekilde yanlışa düşmüş, müşküle düşmüş, zora düşmüş insana bütün inananlar el atacak.

İşte Allah’ın yüce kitapta da bize öğrettiği ana hususların temeli budur. Hiç kimse bir yere kaçamaz! Artık 20. asır Allah’ın varlığını bilimsel olarak reddedilemez şekilde tayin etmiştir. Hiç kimse çıkıp da “Efendim, ben serbest düşünceye sahibim”… Serbest düşünceye sahibim ne? İlim yasaklıyor! İlim ateizme kırmızı kart göstermiştir. Kırmızı kartı gördün ya sahanın dışına çık ya sahada oynayacaksan ona göre oyna. Bu sahada oynayabilmek de Allah’a imanın zorunlu neticesi olan ahlakı, bin senedir temsil ettiğimiz İslam şuurunun tanımıyla Ahlakı Muhammedî’ye uymakla mümkündür. İlim Allah’ın varlığını tescil etmiş, o varlığın tezahürü Allah’a kulluk yapmanın yolunu da âlemlerin Fahri Ebedisi Yüce Peygamberimiz göstermiştir.

Bu çerçeve içerisinde düşündüğümüz takdirde ilmin 20. Yüzyıldan 21. Yüzyıla geçerken insanoğluna çok büyük bir hediyesi vardır. İnancı ilmîleştirmek.

Dün, bir takım masum inanç sahipleri cahillikle itham ediliyordu. Şimdi, 21. Yüzyıla girerken kim inanmıyorsa cahilin ta kendisidirÇünkü ilim, yüksek ışığını yakarak Cenabıhakk’ın varlığını beyni olan herkese göstermektedir.

Ozon Tabakasını kitaplara niye koymadılar?

Çok yakın zamanda (30 yıldan bu tarafa) insanların Allah’a şükran borcunu gösteren bir vesika daha ortaya çıktı. Nedir bu vesika? Ozon tabakası.

İnsanlar yıllarca semaya baktıkları zaman bir şey görmüyorlardı, gördükleri şeyleri de yıldızlar olarak alelade noktalar sanıyorlardı. Atmosferin tanınmasından sonra az çok malumat sahibi oldular. Fakat çok esrarengiz bir bilgi, ancak 30 yıldan bu yana meydana geldi. Atmosferin 30 km yukarısında (takriben 30 km ile 40 km arasındaki 10 kilometrelik mesafede) Ozon denilen bir gaz tabakası vardır. Eskiden atmosferde böyle bir tabaka olduğu var sayılmıyordu.

Bu tabaka, belli ölçüde Güneş ışınlarının şiddetini azaltan bir tabaka. Nasıl anladılar bu tabakanın böyle olduğunu? Zaman zaman arzın ısınmasını araştırırken. 30 – 40 yaşlarında olan herkes farkındadır ki “Eski kışlar yok” deniyor, “Arzda bir ısınma var” deniyor. Aslında bu arzın ısınma olayı Ozon tabakasıyla ilgili bir iklim değişikliği değildir. Çünkü Ozon tabakası Güneşten gelen sert, şiddetli ışınları tutup; gevşek ışınları bırakan mucizevi bir tabakadır.

Netice itibariyle şunu söyleyebiliriz “Ozon tabakası bir an için haydi bana Allah’a ısmarladık” dese yeryüzündeki insanlar en çok iki ay yaşar. İki ay sonra insanlar, hayvanların büyük kısmı, bitkilerin büyük kısmı harap olur gider. Çünkü biz Ozon tabakası bilinmeden evvel Güneş’e karşı olan mesafemizde sanıyorduk ki güneş sisteminin rahat yerindeyiz. Güneş’in yakmayacağı bir yere, gölgeye oturduk sanıyorduk. Hâlbuki arzın üzerinde canlılığın devamı için Güneş’in bazı ışınları lazım. Onun için biz Güneş’e biraz yakın oturmuşuz, farkında değiliz.

Güneş’e yakın oturmuşuz çünkü Güneş’in bazı hayat verici ışınlarından istifade etmek zorundayız ama onun yanında bir o kadar yakma tehlikesi var.

Allah tutmuş arzın etrafına bir perde çekmiş Ozon tabakası. Bunu ilk defa bulan bilim adamları Güney Kutbu’ndaki bir araştırma sırasında Ozonun delindiği iddiasıyla ortaya çıktılar. Halbuki delinme yoktu. Zaten gaz tabakası delinmez! Ama gel gör ki kimseye anlatamıyoruz.5

Yurtdışı kongrelerinde de söyledim “Gaz tabakası delinir demek lisan bilmemektir. Hava delinir mi? Delinmez havada bir an için bir boşluk meydana gelse sağından solundan doldurulur. Ozon tabakası delinmez Ozon tabakası olsa olsa ne olur? İncelir!” İşte Güney Kutbunda araştırma yapanlar Ozon tabakasının inceldiğini fark ettiler. Büyük alarm olarak “Aman!” dediler ki “Siz bu tabakayı bozuyorsunuz”

İnsanların ateizm den gelen merakları vardır, her şeyi kendileri yaptı zannederler. Bir uzay taşı geçiyor “Havada durdur, onu patlat” diyorlar. Bu biraz manyaklığıdır insanın.

İşte Ozon tabakasını kendimiz deldik sandılar. Bir tebliğler, bir tebliğler… Yani ilim adına yapılan saçmalıkları, içinde olup da hakikaten seyretmek lazım. Efendim “sprey sıkarak” Ozon tabakasını deliyormuşuz! Peki! Kardeşim bir an için söylediğiniz doğru diyelim… Nerede inceliyor Ozon tabakası? Güney kutbunda. Eğer bu tabaka spreylerden deliniyorsa Avrupa’nın üstünde delinmesi lazım. Amerika’nın üstünde delinmesi lazım. Güney kutbunda penguenler mi sprey sıkıyor?

Halbuki işin aslı neydi biliyor musunuz? Allah’ın Ozon tabakasına verdiği ahenk…

İki kutupta Ozon tabakası incedir, Ekvator’da kalındır. Çünkü Güneş ışınlarının Ekvator’da tutulması özellikle şarttır. Güneş ışınlarını kutuplarda tutarsanız ne olur? Arzın iki kutbu şiddetle donmaya başlar sonra iki buz tabağı içerisine kıstırılmış Ekvator’un sıcaklığı bir anda arzı alt üst eder. Onun için Cenabıhak kutuplarda ozan tabakasını ince yaratmış. İnce yarattığı bu kutupların fazla donmaması için Ekvatoru da kalın yaratmış.

Şimdi buraya kadar herkes “Peki, senin dediğin gibi olsun” diyorlar. Şimdi peşine düştüm bunların… Çünkü bu ilim adamları hiç aslı, alakası olmadığı halde bütün kitapların önüne “atalarımız” diye, dört tane maymuna benzeyen insan resmini “mağara insanı” diye koydular. Yok böyle bir şey!

Hepsi fırçayla yapılmış şeyler ama Ozon tabakasını yirmi sene kitaplara koymadılar. Niye koymuyorsunuz? Eninde sonunda Ozon tabakasını herkes görecek. Ozon tabakasını gören bir talebe de Allah’ı inkâr edemeyecek. Bundan korktukları için Ozondan kimse bahsetmiyor!

Yalnız bir görüntü, bir saptırma olarak “Deliniyor! Sprey sıkmayın” gibi saçmalıklarla uğraşıyorlar.

Ozon Tabakası fiziğin mantığıyla bağdaşmaz!

Ders ihtisaslarımdan bir tanesi Radyoterapi. Yani ışın hocalığıdır. Uzun müddet ışın hocalığı yaptım. Ozon tabakası konusunda asıl sorduğum soru şu: Herhangi bir ışının bir perde tarafından tutulma hadisesine bir tek fizik yol vardır. Perdenin arkasına koyduğunuz ışınların sertleri, delicileri perdeden geçer, yavaşları geçmez. Ozon, Güneş’in önünde tabakaysa yavaşlarını tutup, sertleri geçirmesi lazım…

İşte o zaman Dünya hapı yutar. Hafif, yavaş ışınlar fotosentezi yani oksijeni, hidrojeni dolayısıyla hayatın temeli olan beslenmeyi yapacaktır… Ozon yavaş ışınları tutacağı için fotosentez olmaz!

Ozon tabakası nasıl oluyor da sert ışınları tutuyor, yumuşak ışınları bırakıyor? Bu fiziğin mantığıyla bağdaşmaz!

Tecrübe edin: kalın bir kâğıdın arkasından lamba tutun. Lamba tuttuğumuz ışığın şiddeti düşükse arkasına geçemeyecektir. Işığın şiddetini arttırdıkça şiddetli ışınları göreceksiniz. Sarı ışınları göremeyeceksiniz. Yani bu, o kadar kesin bir fizik yasasıdır ki, nasıl oluyor da Ozon sert ışınları tutuyor, yumuşak ışınları salıyor?

Bunu hiçbir âlim çıkıp ispat edemez izah edemez. Bir tek şey söyleyecek! Söyleyeceği şey “Allah öyle programlamış!” Öyleyse secdeye git, deriz ona.

Allah insanı yaratmayı, insanın kendisini bilmesini murat ettiği için onu özel bir himayeyle, seni korumak için bu gezegeni Ozon tabakasıyla korumuş.

“Bu spreyler florür bileşik olduğu için bozar” diyorlar. O laboratuvarda bozuyor… Bütün insanlar hep birden aynı anda sprey sıkıp havayı doldursalar, hepsinin kaybettiği Ozon bir saatlik yağmur sırasında çakan şimşeklerle yeniden yapılır. Çünkü her şimşeğin çakması sırasında muazzam bir Ozon ordusu meydana gelir.

Bunu kırsalda, şimşeklerin çaktığı bir yerde herkes Ozonun kokusunu alarak fark edebilir.

O kadar çok Ozon yapılır ki, yağmur sırasında bunları atmosfer kullanmaz normal oksijene çevirir. O kadar bol Ozonu vardır ama bu Ozonun teşekkül edebilmesi, bir katman halinde kalabilmesi işte ilahi programla tanzim edilmiştir. Yani kendi başına “Ben şu kadar miktar Ozon olacağım” diyemez.

Nasıl olup da Ozonun sert ışınları tutabildiği yavaş yavaş düşünülmeye başlanıyor. Ozon tam bir elmastır. Nasıl ki elmas dört köşeli bir prizmanın uçlarındaki çok özel manyetik gerilimleri temsil ettiği için sertse, Ozon da gaz olmasına rağmen, oksijen moleküllerinin uçlarında tespit ettiği çok özel bir gerilim dolayısıyla Güneş enerjisinin sert ultraviyolelerini tutabilmektedir. Yalnız sert ultraviyolelerini değil bizim hesap edemediğimiz daha nice anti nötrino ışınlarını da tutabilmekte, bunlardan istediğini yansıtacak hale getirmektedir.

Ozon insanın tepesinde dururken, artık insanın Allah’ı inkâr etmesine mecal kalmamıştır ve bu Ozon perdesi altında, yeni dünya da Ozonu tanıdıktan sonra bir dindarlık hızı başlamıştır ki bütün dünyada hangi dinden olursa olsun, Allah’a daha sıkı yaklaşmak, Allah inancıyla insanlık sevgisini bulabilmenin yolları sonsuz bir hızla aranıyor.

İçerik no: 5053


Kaynak: Dr. Haluk Nurbaki Konfransları, İstanbul, 15.12.1994


Dipnotlar

  1. Tubitak, Karşı-madde, maddenin zıt elektrik yükü taşıyan ikizi. ↩︎
  2. Paul Adrien Maurice Dirac, (8 Ağustos 1902 – 20 Ekim 1984), İngiliz fizikçi ve matematikçi. Kuantum mekaniğinin kurucularındandır. Fermiyonların davranışını açıklayarak antimaddenin keşfine olanak veren ve kendi adı verilen Dirac denklemi ile tanınır. Dirac, 1933 Nobel Fizik Ödülü’nü Erwin Schrödinger ile paylaşmıştır. ↩︎
  3. Vega, gökbilimcilier tarafından yoğun bir şekilde araştırılmış ve tartışmalı olsa da “Güneş’ten sonra gökyüzündeki en önemli ikinci yıldız” olarak nitelendirilmiştir. ↩︎
  4. Paul Charles William Davies, (22 Nisan 1946 doğum), İngiliz fizikçi, yazar ve yayıncı , Arizona Devlet Üniversitesi’nde profesör ve BEYOND: Bilimde Temel Kavramlar Merkezi’nin yöneticisi. ↩︎
  5. Örnek Yaklaşım: “kloroflorokarbon dediğimiz kimyasalın 1987 de kullanımının yasaklanması ile, ozon tabakasının incelmesinin durduğu hatta tabakanın kendi kendini tamir ettiği ve kalınlaştığı gözlenmiştir. Peki, ozon tabakasının incelmesine sebep olan kimyasallar nelerdir? İlki kloroflorokarbon (CFC) olarak bildiğimiz buzdolaplarında, klimalarda ve köpük üretiminde kullanılan gazlardır.” bkz. boun.edu.tr ↩︎
Bu içeriğin kısa adresi: https://nurbaki.org/5053