Şimdi, Türk devletinin, Türk medeniyetinin canlı olduğu devirlerde velilerin bizzat bu medeniyet içerisinde hatta bu kadro içerisinde mevki aldığını görüyoruz. Veliler bu kadroların içinden çekilip de yerini kuru bilim adamlarına bıraktıkları zaman saray curcunası başlıyor. Osmanlıların son devrinde olduğu gibi.


Nurbaki’yi Takip et


Şimdi ilk çağında yedi padişah devri dediğimiz özel bir devirdir. Çünkü klasik tarihin “ilerleme devri, duraklama, gerileme, ilerleme…” falan dediğinin dışında bir olaydır, ilk yedi padişah devri.



Her birisi bir veli kadrosuyla desteklenmiştir ve başarılarının devamı, başarılarının mucizevi yanı bu kadrolara bağlıdır.

Osmanlı’nın kuruluşunda…

Biliyorsunuz, Osman’a, Edebali dolayısıyla onun manevi mirasçısı, kızım Malhun Hatun tasarruf ediyorlar.

Onun yanında Gökçe Bacı. Çünkü Gökçe Bacı çok büyük bir veliye… Hatta o kadar büyük bir veliye ki; Osman yapacağı işlerin Gökçe Bacı tarafından tasvip olmazsa yerinde kalamayacağından korkuyor. Bu kadar ciddi bir otorite. Hem maddi âlemde hem manevi âlemde.

Bunlar da Osmanlı‘nın kurulmasında çok enteresan bir ilke gelişiyor.

Şeyh Edebali, Osman’ı çok atak, hızlı, hareketli, vuran, kıran bir tip olarak sükunete çekmek istiyor. Onu daha bir yumuşak insan… Düşünür hâline getirmek istiyor. Manevi âlemde Gökçe Bacı buna karşı çıkıyor. “Ne yapıyorsunuz?” diyor. “Bir imparatorluk kurulacak, biraz delilik lazım” diyor. “Bu fazla teemmiyle [Düşün, dikkat et, incele manasına emir] olacak iş değil” diyor. Onun için bir taraftan Edebali hırslarını, benliğini Osman’ın yontarken, Osman iyice eline neyi alıp bir köşeye oturup yumuşadığı, dağıldığı sırada Gökçe Bacı geliyor. Yakasından kavrıyor “Kalk! (diyor) Kara aslanım benim”, diyor. “Sen bir heyecan adamısın, Allah ismini yayacaksın. Nedir bu düştüğün hadiseler… Bu ezilmeler, büzülmeler?” diyor.

Sanki böyle iki cereyan arasında bir heyecan veren, o heyecanın yarattığı benlikleri yok eden bir sükunete çağıran, sanki bir uzay odasındasınız. Birisi şarj ediyor, birisi fazlalıkları deşarj ediyor. Böyle bir Osman geliyor, koca bir dev imparatorluğun başına (geliyor).

Fatih modeli çıkıyor ortaya

Bugün yeryüzünde en uzun ömürlü imparatorluğu kurmak lafla olmuyor. (Sonra tabii) ondan sonra Hacı Bektaşi Veli, Hacı Bayram Veli… Ondan sonra Orhan Bey. Emir Sultan. Bunların hepsi bu İslam padişahlarının böyle zihinlerini gönüllerini, kanaviçe işler gibi işliyorlar. Sonra , sonra Akşemseddin

Ondan sonra geliyorlar, bir Fatih modeli çıkıyor ortaya. Yani, Fatih modeli deyip de geçmek pek yanlış olur. Fatih insanın gerçekten kavraması çok güç gelen bir gücün temsilcisi. Adeta bir güç birikiminin temsilcisi. Sanki Sultan Osman’dan itibaren bütün velilerin manevi tazyikleri, manevi cereyanları depo olmuş da bir Fatih yaratmış gibi… Böyle acayip bir simge.

Çünkü bugünkü insanlar her ne kadar “Olur efendim!” gibi görürlerse de yirmi iki yaşında İstanbul’u fethetmek “olacak bir iş değildir!”

Sonra, Bizans gibi envaiçeşit siyasi manevraların üstadı olmuş bir imparatorluğu kaldırmak ve sonra, o zamanın gücünü de sıradan saymayınız… Yani bugün Fatih’in ordusu ‘un etrafına geldiği zaman elli küsur gün giremedi surlardan içeri, kolay bir iş de değil.

Ne denizden ne karadan… Adam zeytinyağı döküyor, yukarıdan aşağıya. Kazara zeytinyağından kurtulsan elli metre ilerideki surdan binlerce okçu ok atıyor. Bir kişi iki kişi fire verecek olsa… Yani bütün bunları hesap ederseniz, Fatih’in maddi manevi bir büyük kişilik kazanmadan bu işi başardığını kabul etmek zor.



Şimdi, bakınız hadi diyelim ki; yirmi iki yaşındaki adam küçüklüğünden beri eğitildi filan da İstanbul da aldı filan, (gerçi bu mantık iyi bir şey değil aslında)… Bir manevi hikmettir, bir cereyandır.

Benim vazifem bu kadardı

Peki, o insan İstanbul‘a oturduktan sonra ‘i biliyorsunuz, söylediği lafı. Akşemseddin “Haydi! Allah’a ısmarladık, öyle ise. İstanbul’u fethettin!”

─ Aman üstat! Asıl bundan sonra da lazımsın sen… Nereye gidiyorsun? Ben ne yaparım?

Yirmi iki yaşındaki bir adam koskoca bir imparatorluğu tasfiye edecek. Onun kültürünü yok edecek. Kendi kültürünü oraya yerleştirecek. Bu heyetlerin yapamadığı, beceremediği işler. Diyor ki:

─ Benim vazifem bu kadardı, yavrum (diyor). Vazifeye tecavüz edemem. Ben Göynük’e dönüyorum.

Hatta derler ki; Akşemseddin’in Hanımı (işte bir padişahın hocası olması dolayısıyla kocasının, bütün hanımlar gibi bir kıvanç duyuyor) İstanbul fethi olduğu zaman istiyor ki, İstanbul’da biraz otursun tadını çıkarsın yani müsaadenizle (padişahın hocasının hanımı olarak)… “Haydi bakalım!” deyince hanım çok kızıyor. Çok bozuluyor. “Şurada biraz oturalım” diyor.

─ Olmaz (diyor) Allah vazife bitti. ─ Peki, ben ne yapacağım? diyor. Bir Kur’an hediye ediyor. Diyor ki; “Her şey burada yazılı (diyor). Tavsiye ederim” diyor. Ayet el Kürsi’den sonraki ayetleri oku, ondan sonra da işte (meşhur… Bakara Suresi’nin Ayet el Kürsi’den sonraki ayeti de “Dinde zorlama yoktur.” Ve bunun yorumu da geniş bir şekilde herkes din özgürlüğüne sahiptir ve) Fatih oturup İstanbul’da bir din özgürlüğü manzarası yaratıyor ki, bütün Avrupa diyorlar ki “Bu nasıl bir adam? Bu dünyanın adamı değil!”

Yirmi iki yaşında bir adam geliyor; bir ilim heyeti kuruyor, medrese kuruyor, tıp fakültesi kuruyor, astronomi fakültesi kuruyor. Bir taraftan da kalkıyor; din özgürlüğünde öyle bir tolerans tanıyor ki… Papazların maaşını veriyor. Papazın temizlik masrafı için amele tayin ediyor. Yapılmayacak işler. Yani bunlar, işte gönülden gönle Yüce Peygamberimizin insanlık sevgisini nasıl aktardığını ki, bu veliler kanalıyla gelmiş.


Gösterim: https://www.youtube.com/watch?v=nDe4L5pusa0