Hocam, ölümle beraber emir alemine gittiğine göre, türbe ziyaretlerindeki hikmet nedir? Bu zor anlaşılan bir konu. Bunu açma imkânımız olabilir mi?


Nurbaki’yi Takip et


Haluk Nurbaki: Evet. Tabii gönülle ilgili sohbetler yapılırken mutlaka ölüm konusunda, ölenler ve bir müminin ölmezliği konusunda da bazı ana ilkeleri bilmemiz gerekiyor.




Şimdi ölüm maddesel âlem açısından düşündüğümüz zaman bir değişimdir. Yani insanın bedeninin ölmesi, toprakta çürümesi, biyolojik bir değişimdir. Ve inançsızlar hayatı bu değişimden ibaret saymışlardır.

Ölüm yeni bir doğuştur!

Halbuki imanımıza hamdolsun, yüce dinimizin bize öğrettiği sırlar içerisinde gayet iyi biliyoruz ki, ölüm bir değişimdir ama bizim o inançsızların zannettiği gibi toprağa intikâl edip de bir başka moleküler yapıya değişimden ibaret değildir.

Ölümün değişim olması, insanın asıl ruh yanı ağırlıklı olarak başka bir âleme geçiştir. Hatta tasavvufta ölümü bir başka doğum olarak nitelendirirler.

Yani insanın nasıl anne karnında bir hayatı varsa ve anne karnındaki hayat bittikten sonra; hiç gailesiz, gayretsiz, çabasız dertsiz bir hayattır o… O hayat bittikten sonra nasıl dünyaya intikal bambaşka bir alemse, hiçbir zaman anne karnındaki hayata benzemezse, ölümden sonraki insanların hayatı da aynen öyledir.

Tıpkı bir bebeğin dünyaya gelişi gibi bir başka aleme intikâldir. O bakımdan ölüm, aslında yeni bir doğuştur ve bu doğuş mutlaka vardır.

Yani insanın ruhu yeni bir aleme intikâl edecektir.

Ancak bu intikâl tıpkı anne karnındaki çocuğun dünya hayatını bilmemesi gibi, dünya hayatını tasavvur edememesi gibi anne karnındayken, insan da bu hayattayken ölümden ötesini, ölümden sonrasını kolay kolay tasavvur edemez.

Ancak mânâ ilimleri bize, satır satır ölümden sonra ne olduğunu, kaç çeşit ihtimalle kaç çeşit beldelere gidileceğini, kaç çeşit mekânlara yansıyacağımızı satır satır anlatmaktadır. Ve zaten Yüce Kitabımızın sonsuz ilmi işte böylesine bilinmez şeyleri dile getirmesinden daha iyi anlaşılır.

Binaenaleyh, ölüm dediğimiz hadiseden sonra gerçekten ruh, emir alemine intikâl eder ama onun emr âlemine intikâlle beraber geride bıraktığı insan bünyesine ait diğer unsurlar da arzda kalır bir anlamda

Şöyle kalır, bir kere beden çürümeye terk edilmek üzere kalır. İkincisi asıl önemlisi kalır. Ve bunu çok iyi bilmek lazım.



Ölümden sonra nefsin kalışı olayı hem bir hesaplaşmanın, kabir hesaplaşmasının, öte âlemlere, ledün âlemine intikâl ederken bir pasaport işleminin yapılmasının sahibidir, kimliğidir… Nefs kişiliği ile alacaktır hem de nefsin varlığı yeryüzünde yaşarken geçirdiği bütün çizgiler içerisindeki halini seyredecektir.

Bu bakımdan, normal bir kimsenin ölüm açısından uğrayacağı akıbet başkadır, bir de sizin sorduğunuz ve türbelere kastettiğiniz hâdisede yücelmiş insanların ölümden sonraki olayları başkadır.

Ruhun bütün âlemlere yansıma ihtimali var.

Şimdi ruh emr alemine gittiğine göre, nefis kaldığına göre (bedeni saymazsak -çünkü beden bir biyolojik yapıdır-) ölümle birlikte moleküler değişime geçmeye başlar. Burada nefsle ruh arasındaki tamamen ayrılış, normal insana göre bir ayrılıştır.

Şimdi, birkaç defa misal getirdim, ruh dediğimiz büyük cereyanın yahut da bir manyetik huzme kabul edelim ruhu… Bu huzmenin ön yüzünde nefis yapışıktır ki, ruh dünyaya ilişkin bir mekânda durabilsin. Eğer bu nefs ruha yapıştırılmamış olsa, ruh dünyaya intikâl etse dahi bir anda tekrar emir âlemine döner. Yani o kadar şiddetli bir akım, o kadar şiddetli bir manyetik cazibedir ki ruh, bir yüzüne nefs yapıştırılmamış olsaydı ruhu dünyada oyalamak mümkün değildi.

Şimdi bu varsayımı dikkate alırsak, normal bir kimsenin ruhu ve nefsi birbirinden ayrıldıktan sonra ruhu emr âlemine intikâlde canına minnet bilir. Bu, nefsin dünya cazibesinden kurtulmuş olmaktır. Çünkü nefs ruhu dünya cazibesine bağlamakla ona karşı çok büyük bir suikast yapmaktadır. Dünyanın her türlü zevki, ihtişamı, görüntüsü… aklınıza ne geliyorsa, ruh karşısında o kadar basittir ki, çocuk oyuncağı bile demek yanlış misal olur. Süper basit kalır ruh için.

Ruhu düşününüz ki bütün âlemlere yansıma ihtimali var. Zamanın öncesine, zamanın sonrasına, güzelliklerinin tümüne, cennete ve maddesel alemi dahi kastetsek, bütün galaksilere istediği an yansıma ihtimali olan ve aklımıza gelmeyen sonsuz güzellikleri… Hem en küçük enfüslerde hem en büyük âfaklarda seyretme, yaşama becerisine sahip bir ruhu üç kuruşluk dünyaya getirip zapt etmeniz, yani hapsetmekten çok daha ağır bir eziyettir ona… Onun için böyle bir kimsenin nefsi bedenden ayrıldığı zaman, ruhun yaptığı bayramı tasavvur etmek mümkün değildir, emr alemine intikal ederken.

Ancak onun kalan nefsi büyük ıstırap içindedir. Elindeki bu büyük beceriyi, bu akıl almaz hikmeti, sırrı, güzelliği kaçırmış… Kendisi çırılçıplak, kendi inadıyla, kendi gururuyla baş başa kalmıştır.

Türbe diye ziyaret ettiğimiz Yücelerin ölmezliği

İşte, şimdi türbe diye ziyaret ettiğimiz yücelerin durumuysa tamamen başkadır. Nasıl başkadır? Onları şu şekilde tasavvur etmek lazımdır.

Birincisi, nefsleri ruhun sonsuz manevi gücü, güzelliklerden zevk alışı, Allah’a yakınlığı ölçüsünde nefisleri yıkanmış, adeta ruhla, biraz önce verdiğim misalde, yapışma halinde sanki ruhtan bir eser kalmıştır o nefsin üzerinde. Sanki ruhun bir fazı kalmıştır. Onun için bir velinin, âlemi manaya intikâl ettikten sonra onun nefsini temsil eden yanı, kimlik kartı, kişilik kartı adeta ruhun manyetik alanından tamamen kopmuş değil gibidir.

Yine onun ruhu da şüphesiz ki emr âlemine gitmiştir ama onda, sanki ayrı bir ışık kalmıştır. Bu bakımdan, velilerin bizzat yattığı makamlarındaki ölmezliği kesindir.



Aslında mümin ölmez biliyorsunuz. Âyeti Kerime gereğince mümin ölmez.

Müminin ölmezliğini yorumlarken mânâ ilimleri dışında kalan bazı bilim adamları, bu ölmezliğin ebedi hayata ait olduğunu iddia ederler. Halbuki bunu böyle iddia etmek çok güçtür.

Ebedi hayattaki ölmezlik zaten bellidir, ebedi hayattaki ölmezlik belliyken…

Cenab-ı Hakk’ın ayette müminin ölmezliğini, şehidin ölmezliğini ayrıca tebarüz ettirmesine lüzum yoktur ki! Mânâ âleminde zaten ölmezlik vardır.

Yani ölürlülük bu dünyaya aittir. Eğer mümin ölmez, şehit ölmez yasaları geçerliyse bu ölmezlik bildiğimiz tarzda bir ölmezliktir. Yani ahirete gidip de ondan sonraki ölmezlik değildir.

O, toprağa intikâl ettikten itibaren de ölmezliği devam etmektedir.

Bu ölmezliğin demin söylediğim gibi birinci hikmeti, onların nefislerinin, ruhun ışığını belli bir ölçüde de olsa devamlı taşımalarıdır.

Binaenaleyh, ruh emr âlemine gittikten sonra dahi onlar kişilikleriyle, nefisleriyle bir canlılık sembolü olmuş olurlar. Birinci kadide budur.

İkinci kaideyse, Allah’ın velâyet mertebesi verdiği yücelmiş kimselerin Fahr-i Kâinat ‘e karşı sevdaları ve ilgileri çok yüksek dozdadır. Onların bütün ömürleri, bütün amaçları hatta mânâda da amaçları cennete de amaçları Efendimize yakîn olmak, O’na hizmet etmek, O’nu sevindirmek, O’nu mutlu kılmaktır.

Binaenaleyh, bütün velilerin ruhları (bu arada şüphesiz ki melekler) mümini memnun etmek için, ona hizmet için bir yarış halindedir. Bunun en açık bir misâli Hz. Geylani’nin bir emridir. Diyor ki, “Herhangi bir mümin dara düşer de içinden çıkamadığı bir dünyevi hadiseyle karşı karşıya gelir de beni çağırmazsa, yarın kıyamette ondan davacı olacağım. Çünkü, Ben ona mutlaka yetişecektim, onun zorluğunu mutlaka yenecektim.”. Bu, bütün müminlerin, kendisinin ruh sırrından niyaz etmeleri için verilmiş açık bir bonodur, açık bir davetiyedir.

Demek ki, o kadar yüce zatlar mânâ âlemine intikâl ettikten sonra, bir anlamda basit bir cümle, onlara yakışmıyor tabii bu cümleyi kullanmak… “Öldükten sonra” bir farz… (Böyle bir cümleyi kullanıyoruz ki meseleyi daha iyi anlatalım diye) Müminlere hizmet etmeyi hiç kesmiyorlar!

Bu, kendi gönüllerindeki Sevda-ı Muhammedi’nin dayanılmaz bir tutkusudur, vazgeçilmez bir cereyanıdır.

Onun için türbelerin ziyaretlerinde ikinci nokta da budur. Yani, ruh emr aleminde olmakla beraber, onların nefislerinin yüzünde ruhun canlılığından doğan bir ışıldama vardır. Yani bir fosforlu cismin parlaması gibi onların nefslerinde ruhtan kalma bir bakiye vardır.

İşte bu ruhtan kalma bakiye onların devamlı suretle diriliğini ifade ettiği gibi, bize karşın manevi desteklerini de ifade eder. Bu manevi destek bazen büyük ölçüde olur. Bizzat o, nefislerinin üzerindeki dirilik intibaının dışında, bizzat ruhaniyetlerinden de zaman zaman kaçak cereyan yapacak kadar şiddetli bir etki olabilir.

Bu noktaları iyi bilmeyenler, türbe ziyaretleri ile ilgili yorumlarda pek çok hatalar işlerler.

Bunlardan birincisi, çok sınırlı olan ve herkesin bilmesi lazım gelen bir şey… Herhangi bir dilek, bir arzu, bir temenni, bir müşkülünün giderilmesi direkt olarak bir türbeden istenmez! Bu gayet tabii bir şeydir. Çünkü Kelime-i Tevhid’in, Allah’tan başka gücün varlığını kabul etmeyen bir müminin, Allah’ın dışında yine “İyyake-nesta’in… Senden başkasından yardım dilenmem, dilemem” diye Fatiha’da okuduğumuz emre ters düşer.

Türbedeki zâttan istemek

Binaenaleyh, bir türbeye gidildiği zaman yapılan bir duanın, şahsen o türbedeki zâttan istenmesi diye bir olasılık zaten mevcut değildir. Bu tartışılmaz. Biraz mânâ ilimlerine karşı yabancı düşen, bu hususta sinirli bir takım sert çizgileri olan kimseler lüzumsuz yere bunun tartışmasını yapıyorlar. Zaten bunu bir mümin yapmaz!

Türbe ziyareti sırasında yapılan nedir?

Türbede ziyaret sırasında yapılan…

  • Bir, -i İslamiyedir. Bir yüceyi ziyaret etmek… Bunu hiç unutmamak lazım. Nezaket-i İslamiye o kadar önemlidir ki, bir memlekete giden kimsenin, o memleketin tanınmış bir şahsını, eğer ticaret alanında gitmişse ticari alanda tanınmış bir şahsını, siyasi bir alanda gitmişse siyasi alanda tanınmış bir şahsını ziyaret etmesi nasıl vazgeçilmez bir nezaketse, bir müminin de bir beldeye gittiği zaman, o beldenin velilerini ziyaret etmesi kaçınılmaz bir Nezaket-i İslamiyedir. Birinci amaç budur.
  • İkinci amaç, dünya kirleri altında yıpranmış, ezilmiş bünyemizin, gönlümüzün dermanını, onların cereyanlarıyla takviye etmektir.

Şimdi ben size bir vesileyle bir şeyi hatırlatmak, öğretmek istiyorum.

Türbe ziyareti gönül bereketini arttırır

Bir bereket sırrı vardır biliyorsunuz, maddi bereket sırrı. Yani bir mümin Cenab-ı Hakk’a tevekkül ederek, teslimiyet göstererek, “Rezzak” sıfatına çok sıcak bir şekilde sığınarak ama çalışmayı hiç elinden bırakmamak kaydıyla yaşarsa onun maddesel gelirinde devamlı bereket vardır.

Yani rakama sığmayan, rakamı aşan bir bolluk vardır. İşte bu bolluk maddi berekettir.

Bir de manevi bereket vardır. Manevi bereket gönüllerde olur. Manevi bereketi gönüllerde bulabilmek için tek çare Hüsnâyı tasdiktir.

Hüsnâyı tasdik, demek her olayda Allah güzelliğini onaylamak demektir.

Siteme varan duygularımız var!

Şimdi biz hayatımızda ne kadar bunu yapıyoruz zannedersek de yapamayız. Bir öksüz çocuğun ağladığını gördüğümüz zaman, şunun ne var ki anası babası alınacakmış gibi… Cenab-ı Hakk’a siteme kadar giden manasız, sevimsiz yan duygularımız vardır.

Cenabı Hakk’ın meydana getirdiği bir hadisenin hikmetlerini anlamadan O’na ters düşmemiz vardır. Bunlar gönlün önünü kapatır. Çünkü gönlün bereketli olabilmesi için Rıza-i İlahiye’ye tam mutaavatı lazımdır. Tam uyarlılığı lazımdır.

İşte hepimiz dünya hadiseleri dolayısıyla ister istemez Rıza-i İlahi karşısında, Hüsnâyı tasdikte, Allah güzelliklerini tasdikte gaflete düşeriz. Bu gaflet bereketimizi götürür.

Bu gönül bereketi gittiği zaman, tıpkı maddi bereketsizlik nasıl bir geçim sıkıntısı yaratıyorsa, gönül bereketsizliği de böyle bir iman sıkıntısı yaratır.

Bu iman sıkıntısını gidermenin şüphesiz ki çeşitli çabaları olması lazım gelir ama unutmamak lazım ki bu çabaları dahi göstermek için çok ciddi eğitimler gerekir.
Bundan dolayı türbe ziyaretlerinin çok önemli bir faktörü gönül bereketini arttırır.

Türbede okunacak dua

Eğer bir insan, sırf Nezaket-i İslamiye olsun diye bir türbeye giderse, orada 3 ihlas 1 Fatihası’yla orada yatan zâta niyaz ederse… Ondan sonra da Cenab-ı Hakk’a karşı yaptığı dualarda bir huzurda yapmak rahatlığı duyarsa, gönülden geçirdiği cereyanlarla dualara istikamet tayin eder.

İşte bunu anlayamadığı için bazıları “Siz, Veli’den istiyorsunuz.” diyor.

Bu, duaya bir istikamet tayin etmektir. Bir duanın yapılış şeklinde fevkalade önemli şeyler var. Tıpkı telefon etmek gibidir Allah’a, .

Telefon ahizesini elimize alıp da nasıl evvela “dıt” sesini beklersek… Ama borçtan dolayı o “dıt” sesi kesilmişse istediğimiz kadar telefonla konuşsak nasıl karşıya duyuramazsak bu sesimizi… Haşa! Cenab-ı Hakk’a telefon etmek için de duayı misâl verirsek, evvelâ borcumuzun olmaması lazım gelir.

Mümin olmak ciddi olarak zordur

Şüphesiz ki borç deyince hemen hatırımıza namaz borçları gelmesin. Çevremizde infak yapmakla mükellef olduğumuz borçlar vardır. Bunlar ciddi rakamlardır. Yine ilimlerinde derler ki “Bir mümine kendi geçiminin üstünde herhangi bir nasip geldiği zaman bordrosuyla beraber gelir ve o anda o mümin bir mutemet gibidir. Gelen o fazla paranın ne kadarını kime vereceğini bilip, bulmak zorundadır.” Onun için mümin olmak cidden zor bir şeydir.

İşte! Gönlün bereketini sağlayabilmek için, duanın yerine ulaşabilmesi için bu borçtan kurtulmuş olmak lazım.

Teminatlar var! Dualar kabul olacak ama…

Böyle borçlu borçlu akşama kadar dua ederiz de… O dualar kabul olmazsa (haşa!)… Cenab-ı Hakk kendisine çevrilmiş iman dolu bir yüreğin niyazlarını, ricalarını kabul etmemesi mümkün değil.

Allah’ın birçok emirleri var birçok Hadisi Kutsilerle yahut doğrudan doğruya Efendimizin teminatları var… Müminlerin dualarının kabul olacağına dair ama unutmayalım, tıpkı telefon misalinde olduğu gibi borçlu harçlı telefon konuşması olmaz.

İşte bir velinin huzurunda yapılan dua da bir anlamda iltimaslı bir geçişi, “dıt” sesi duyulmadığı halde, hani o cep telefonları var ya… İşte o cep telefonlarıyla yapılmış bir özel dua gibi olur. Yani türbelerde yapılan ziyaretlerin kesinlikle bir güzelliği de budur. Kaldı ki, türbe ziyaretini tekrar edebilen bir insanın lisanda kalmayan bir gerçeği tekrar etmesi demektir: Mümin ölmez!

Eğer türbe ziyaretlerini kâle almayacak kadar sıradan bir mezar görüyorsa, müminin ölürlüğüne inanmış gibi bir abeslik oluyor.

Türbe ziyareti şirk midir?

Yoksa düşününüz ki bir kimse Ankara’ya gidiyor, Ankara’da işlerini görüyor, ondan sonra otobüse binip geliyor. Peki, bu şehrin bir tek sahibi var “Hacı-ı Bayram-ı Veli Hazretleri.” Sen onu ziyaret etmeden nasıl gelirsin?

Hatta dervişler aralarında, Anadolu’daki şehirleri gezerken, şehirlerin isminden ziyade velilerin ismiyle anarlar. Mesela “Bursa’ya gideceğim.” demez de “Emir Sultan’a gideceğim.” der… “Ankara’ya gideceğim.” demez de “Bayram Sultan’a gideceğim.” der.

Binaenaleyh, türbe ziyaretlerinde çok büyük manevi hikmetler vardır. “Efendim, ölüden bir şey mi istenir? Allah’a şirk mi koşuyorsunuz?” diye düşünüp… Böyle bir gafleti bir mümin zaten göstermez!

Mümin çok ciddi ferasete sahiptir

Bir kere, birtakım yorumlar yaparken mümini aptal yerine koymak çok ayıp bir şeydir! Mümini cahil yerine koymak da çok ayıp bir şeydir. Mümin, çok ciddi ferasetlere sahip, çok ciddi özelliklere, yeteneklere sahip bir kimsedir.

Onun için bir müminin böyle çok ilkel çizgilere bağlanması yanlıştır.

Unutmayınız! Türbe ziyaretleri çok ciddi ve güzel bir gelenektir.

Bir daha… Önemli bir şey vardır, müminlerin birbirlerine rastlamalarını temin eder. Meselâ şimdi Ankara Hacı Bayram Türbesini, İstanbul çapında Hazreti Eyüp Türbesi‘ni, Türbesini ve Çifte Sultanlar Türbesi‘nin ziyaretlerini düşünürseniz, birçok dost birbirine rastlar.

Bu gönül berekâtıyla da beklemediği dostları, unutulmaması lazım gelen dostlarına da rastlar.

Bunlar çok ayrı ince hikmetlerdir. Yani gönüllere sıcak bir imana sahip olmadan, iman-ı kalbi tahakkuk etmez.

Çünkü şifahi iman, mutlaka iman-ı kalbi’ye dönmesi lazımdır. İman-ı kalbi dediğimiz zaman elimizle tutamadığımız fakat iç dünyamızdan bize hakim olan, Allah’a yaklaştıran çok önemli bir duygusal sistemdir. Bu duygusal sistem, herkesin ölü diye zannettiği şeylerin ölmediğini görmek, ölümün sanıldığı gibi bir hadise olmadığını, müminler açısından seyredilen bir güzel pencere olduğunu anlamakla mümkündür.


Kaynak: Dr. Haluk Nurbaki, Radyo Sohbetleri