Efendimizin yeryüzüne teşrif anını size anlatmadan evvel, Efendimizi anlayabilmemiz için mutlaka bu tanımı yapmam lâzım. Hangi eşyayı alırsanız alın, şu yaprak niçin yaprak? Bu kâğıt niçin kâğıttır? Bu niye kırmızıdır? Bu niye şudur dediğimiz ve bunun sonsuz bir bilimsel analizini yaptığımız zaman bir hakikat meydana geliyor. Nedir bu hakikat?
Nurbaki’yi Takip et
Varlığın Cazibesi ve Yaratılışın Sebebi
Her varlık belli cazibelerin dengesiyle meydana geliyor. Evrenlerde hiç kesiksiz, namütenahi cazibe hâdiseleri namütenahi galaksilerdeki birbirlerine karşı bitmeyen arzu böyle duvardan fışkırır gibi fışkırıyor.
İşte bütün bu hâdisatı anlatabilmek için Cenâb-ı Hakk bize “Levlâke levlâk Lemmâ halaktül eflâk” hadisi kutsisini göndermiş. “Sen olmasaydın evrenleri yaratmazdım” demesindeki murat “Ey aşk! Sen olmasaydın evrenleri yaratmazdım!”
İsterseniz aşkı çıkarın, evrenler bir anda sabun köpüğü gibi yok olur.
Fahr-i Kâinat’ın İlahi Güzellikteki Yeri
İşte Efendimize, sen olmasaydın demesi bize bir tarif veriyor… Tüm bunları yaratmamdaki sebep, “Sana karşı olan aşkımdır.” diyor. Demek ki, Allah güzelliğinin özünde, Fahr-i Kâinat fotoğrafları var. Allah’ın aradığı fotoğraf, seyretmek istediği güzellik Fahr-i Kâinat sırrı.
Onun için “Sen olmasaydın, aşkın olmasaydı evrenleri yaratmazdım.” buyuruyor. Öncelikle Efendimizi (sav) tanırken, bu noktadan bakacağız.
Peki, Fahr-i Kâinat Efendimizi biz yeryüzünde bir insan olarak tanıdık… Yani bir insan şeklinde tecelli etti. “Bu nasıl bir hikmettir?” dersek onu da dile getirmeye çalışacağım.
O’nun bizden farklı olan bizzat kendisidir. Aslında biz “Bizden ne farkı var?” diye gaflete düşeriz.
Zaten Asr-ı Saadetteki kâfirler olsun, bu asırda yaşayan ahmaklar olsun Efendimizi kıyas ederken “O da insan, ben de insanım” diyor. “O niye böyle de ben niye böyleyim?” gibi kendi kendine fikirler üretiyor. “O, o çağdaymış… Ben böyle yapardım.” diyor.
Hâlbuki Efendimizin yaptığı gibisini yapmak, bir daha tekrar etmek mümkün değil.
İnsanlık, Gönül ve İlahi Aşkın Cereyanı
Efendimizin yaptıkları içerisinde bir tane eksik yok ki, biz ilâve ederek yeni bir hayat unsuru bulalım. Bu mümkün değil! Ama buna rağmen insanoğlu kendisinin varlığını ayrı bir varlık, Efendimizi de kendi gibi bir varlık zannediyor.
Hâlbuki bizim insan olan yanımız duygumuzdur. İnsan olan yanım ız beynimiz değildir, kalbimiz ve duygumuzdur. Gönlümüzde merhamet varsa, gönlümüzde sevgi varsa, gönlümüzde mutluluk duygusu varsa… Allah’ı aramak duygusu varsa “insan yanımız” budur. Bunun dışındaki hayvanî yanımızdır.
Elimiz, yüzümüz, gözümüz, karaciğerimiz bizi insan yapan, diğer varlıklardan ayıran özellikler değildir.
Hepimiz biliyoruz ki, evrende tanıyabildiğimiz kadarıyla Allah’ı bilen varlık insandır. Allah’ı insan, beyniyle mi biliyor? Eğer insan aklıyla bulabilseydi, Allah’ı bulacaktı. Mümkün değil! Allah yalnız gönülle bulunur. İşte bu gönül sırrı, içimizde bir an için birisine karşı duyduğumuz sevgi, birisine karşı duyduğumuz sıcaklık ve hâdiselere yorum açısından kendi kendimizi değişik kılan nedir? Kalbimizdeki ulaşılması mümkün olmayan o gizli cereyandır.
İşte! O gizli cereyan bizzat Fahr-i Kâinat Efendimizin sevdasını seyreden ilâhî aşkın cereyanıdır.
Bu cereyan varsa insan insandır. Bu cereyan yoksa insan hayvandan aşağıdır. Bu gönül cereyanı yalnız Fahr-i Kâinat Efendimiz tarafından aşk cümlesiyle bütün evrenlere salınan çok özel bir şey olduğu için, Fahr-i Kâinat Efendimiz için kimse kalkıp da “O da insan, ben de insanım!” diyemez.
“Bende ondan bir zerrecik var. Bir zerrecik olduğu için ben insanım” diyecek. Bunu hiç unutmayın.
Efendimizin Hikmeti ve Âlemlere Rahmet Oluşu
Efendimizin hikmetlerini aslında Cenâb-ı Hakk, Kur’an’da çok açık ve net olarak bildirmiştir. Ancak bizler bu hikmetleri anlamakta elbette hem güçlük çekmişizdir hem de bu hikmetlerin sıcaklığını yüreğimizde lâyıkıyla hissedememişizdir.
Allah’ın “Ben ve meleklerim sana selâtü selâm ederiz [Ahzab,56]” dediği, Fahr-i Kâinat’ın hikmetini elbette yeryüzündeki bir hayat çizgisi içerisinde gördüğümüz bir peygamberlik sıfatı içerisinde kavramamız mümkün değildir.
Yine Cenâb-ı Hakk’ın “Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik” emrini de sıradan bir insan yaşamıyla bağdaştırmak mümkün değildir. Yani Fahr-i Kâinat Efendimizin dünya çizgisinde peygamberlik vazifesi dolayısıyla teşrif ettiği bir gerçektir. İnsan bedeniyle sırrı Muhammedîsini taşıdığı da bir gerçektir ama, âlemlere rahmet olan emri ilâhi karşısında da mutlaka ayrı bir pencereden seyretmek zorundayız.
Bu yazı Dr. Haluk Nurbaki’nin “Nur Dolu Geceler” kitabından özetlenmiştir.