Kalbi diri olmayan ölüdür
Efendim zaten İslamiyet’in zarif ve fevkalade ince bir din olmasının sebebi, “gönülleri tanıtmasıyla başlar” ve bu gönülleri tanıtma seremonisi bizzat Efendimizin yeryüzüne teşrif ediş şekline, aile yapısına yansımıştır. Belki de pek az seyircimizin bilebildiği, çoğunun bilmediği bir gerçek vardır: Efendimizin çevresinde üç büyük hanımefendi vardır.
Nurbaki’yi Takip et
- Bir tanesi, (anneleri) Hz. Amine annemiz,
- Bir tanesi, Hz. Hatice annemiz (eşleri),
- Bir tanesi, (kızları) Hz. Fatma annemiz.
Bunların üçü de müthiş birer şairdirler. Dev şair.
Çok hassas duygu ve yaşantılarında kendileri tarif edilirken, daima insan sevgisiyle yorulmuş, kimseyi incitmeyen, Allah’ın yarattığı güzellikleri seyirden başka sıkıntısı olmayan, bütün bu dünyanın getirdiği gafletlerin, gamların, kederlerin ötesinde yaşayabilmiş insanlardır ki, bu ancak gönlün marifetidir.
Gönül canlı olmadıkça biliyorsunuz, İslam’ın mânâ ilimlerinin ana branşlarından biri olan tasavvuf, “Kalbi diri olmayan ölüdür. Bedenin yürümesi bir şey ifade etmez!” diyor. Onun için kalbi diri olanlar…
Kalbin diriliği için de iki önemli faktörü (dün de konuştuğumuz gibi); bir yandan yüreklilik, cesaret bir yandan da sevgiyi iç içe hamur etmek lazım.
Hazreti Amine
Bu zarif tecelliyi, bugünkü konuşmamızın başında söylediğim gibi Efendimizin muhterem anneleri Amine Hanımefendi de (Hazreti Amine’de) seyrediyoruz. Kendisi tanımlanırken o çölün hırçın muhitinde, insanların zulüm ve şerlerle yoğurduğu âdeta taşlaştırdığı kalplerin taşındığı o sokaklarda bir zarif hanımefendi gezerdi…
Hazreti Amine’ye herkes hayrandı. Sanki başka bir gezegenden gelmiş gibi, siyah gözlerinin altında beyaz pembe teniyle daima soluk, zarif, konuşmalarıyla herkesi hayran bırakan, “Nerede kimin sıkıntısı var?” diye köşe bucak cariyelerin, kölelerin, öksüzlerin peşinde dolaşan ve hayatta bütün güzelliğine, genç kızlığına, muhatap olacak hiçbir şeyi aramayan bir hanımefendiydi. Ve kendisi öyle bir yüreğin sahibiydi ki, Allah’ın kendisine özellikle bir hikmet olarak verdiği “kâinatın en yüce varlığını dünyaya getirmek” şerefinin yanında çektiği elemli günler, hüzünlü günler… Mesela; eşi Hz. Abdullah‘ı üç aylık hamileyken kaybetmesi ondan sonra Yüce Peygamberimiz doğduktan sonra da o sene Mekke’de çıkan yaz ishalleri dolayısıyla yavrusunu süt anneye vermek zorunda kalmasını düşününüz…
Böylesine duygusal, böylesine gönlü yüce, şair, zarif bir hanımefendinin dünyasında ne biçim yıkımdır, ne biçim hüzündür? Ama işte gelin görün ki, gönül apayrı bir âlem. Kendi gönlüne sanki uzaklara gitmiş olan sevgili yavrusunun gönlünden gelen mesajlar, öyle bir metanet veriyordu ki, o zor günlerde hâlâ fakirlerin, kimsesizlerin sorunlarına koşarak onlara yardım ederek geçiriyordu. Herkes hayret ediyordu. Bugün yarın yıkılacak. Çünkü fizik itibariyle zayıflamış, çökmüş ama mana itibariyle öyle güçlüydü ki… Gittikçe yüceliyor.
Bu gönül bambaşka bir şeydir. Ve bundan dolayıdır ki, İslam yücelerini tanırken “Gönlü tanımadan gidilirse” İslam tarihi filan öğrenilmez! İnşallah, sohbetlerimizde mümkün olduğu kadar hakkı yenmiş, İslam yücelerini dile getirmek istiyorum.
Mesela; bir Amine annemizi niçin iyi tanıtmamışız? Sonra yine zaman içerisinde bahsedeceğim… “İslamiyet gönülden gönle geçen bir din” olduğu için gönülden gönle yansıyan bir cereyan olduğu için, ilk Müslümanların büyük çoğunluğu kadındır.
Allah kadınların gönlünü kapatmaz!
Ve Efendimizin kadınlara verdiği önem, onları gerçek eşitliğe getirmek için gösterdiği tüm çaba, onların ilim yapması için verdiği mücadele hep gönülde yatan bir hikmettir. Ve bundan dolayıdır ki; inanmak, sevmek kadın yapısında daha kolaydır. Gönülleri daha bir hassastır kadınların. Çünkü anne şefkatine mecbur oldukları için Allah kadınların gönlünü tamamıyla kapamaz, mutlaka aralık bırakır.Çünkü “Günün birinde anne olursa, kapalı gönülden annelik yapılamaz” diye. Bu da gönlün ayrı bir sırrıdır. Yine gönlün ayrı bir sırrı mesela; İslamiyet’in ilk şehidinin kadın olması da gönlün sırrıdır.
Daha çok kısa bir süre önce Müslüman olup da o uğurda akıl almaz eziyetlerin karşısına dayanır. Gönlünün sesini dinleyerek ki, Hazreti Sümeyye biliyorsunuz “ilk İslam şehidi” ve omuzları sökülerek şehit edildi. “Dininden dön” diye kollarını gerdiler. Gere gere o gerildi, omuzlarını söktüler ama Hazreti Sümeyye gönlündeki güzelliği hiç harcamadı. Son nefesinde de “hayır” dedi. “Allah birdir ve Muhammed onun peygamberidir” dedi ve ilk İslam şehidi olma şerefi de hanımlara intisap etti.Onun için hanımefendilere karşı bir saygı gösterildiği zaman (ben her zaman söylerim yani) bu saygıyı çok görmek gibi düşüncede olan, bazı yanlış saplantılarda olan insanlara diyelim ki “İlk Müslüman ve de ilk şehit Müslüman şehidi hanımlardan olduğuna göre, onlara bir ikramı yaparken bizim yapmamız çok doğal değil mi?” derim.
Gönül ölü mü diri mi?
İşte! Bu gönlün zarif çerçevesi içerisinde asıl anlatmak istediğim, önemli bir nokta da şudur: Gönlü taşıyorsa, gönül penceresi açık mı kapalı mı? Yahut gönlü ölü mü diri mi? Bunu nasıl bileceğiz, bir insanın?
Çünkü bir de günümüzün modası, insanlar bir yandan maddi çıkar kavgaları içerisinde boğuşurken bir yandan da “Benim kalbim temiz, benim gönlüm temiz gibi” birtakım sloganlarla gerçek temizliği bulamıyorlar.
Yani “Varsın öyle sloganla yaşasın… Bize ne?” dersiniz ama doğrusunu bilmek lazım ki belki iyi niyetlidir, gelecektir. Bir gönlünün diriliğine ait Efendimizin verdiği çok ciddi mesajlarladır. Bir gönül hasta değilse, gönül diriyse, insanları sevecektir. “İnsanları sevmek de teorik olmaz” diyor, Efendimiz. Nasıl olacak? “İnsanları sevmek mutlaka uygulamalıdır” diyor ki, buna yüce İslam dininin namazdan sonraki en büyük emri infaktır.
“İnfak” demek Allah’ın bir insana verdiği nimetleri; ister para olsun ister ilim olsun, bütünüyle, bütün meziyetleri başka insanlarla paylaşmaktır. Onun için bir insanın gönlünün gerçekten ölü olmadığını anlayabilmemin tek çaresi “İnsanları seviyor mu sevmiyor mu, insanlara infak ediyor mu?” Bunu mutlaka bildiği takdirde, bunu her günkü muhasebesiyle “Ben dün insanlara hiçbir yardımda bulunamadım ama bugün biraz bulundum galiba” diyerek, gönlünün biraz daha canlandığını hissetmesi mümkündür.
Bu konuda Efendimiz o kadar sağlam emirler vermiştir ki; ve işin en önemli noktası İslamiyet’in daha henüz birinci ayına gelmemişken (İslam dininin yayılmasının) ilk gelen emirlerden birisi infaktır!
Ve o zaman düşününüz ki, insanların hiçbirisinin cebinde para yok. “Siz Allah’ın verdiği nimetleri paylaşın” deyince sormuşlar, Efendimizin dostları: “Biz de hiçbir şey yok?”… “Ee! Güzel sözünüz var”… “Biz de o da yok?”… ilminiz var. “Biz de o da yok?” O zaman “Tebessümümüz var. İnananlar, gönlü yaşayanlar asık suratla gezmez.” buyuruyor, Efendimiz.
Daima mütebessim bakacak ki, bu tebessüm dahi bir infaktır. Düşününüz, şu kargaşa, toplum içerisinde insanlar yalnız bu kaideye, Efendimizin bu koyduğu kaideye uysalardı… Herkese ne büyük ferahlık gelir.
İçerik No: 2327
Gösterim: https://www.youtube.com/watch?v=NFabT9zCWs4