Bir eserin ve bir sanatın kıymeti onun ından doğan bir ruhtur. Onun için takdir edilen plân ve programın inceliği, ona bütün diğer varlıklar içerisinde bir farklılık kazandırır. Bir şeyin plân ve programı ne kadar güzel tanzim edilmişse, o programın maddî âlemde bir tezahürü olan eser dahi o derece harika olacaktır. ─ İlm, ve Program


Nurbaki’yi Takip et


Kâinata baktığımızda, her ne tarzda olursa olsun, en küçük bir zerreden, yıldız ve galaksilere kadar her bir şeyin, her bir mahlûkun belirli bir nizama, belli bir programa bağlı olarak var olduğunu ve varlığını devam ettirdiğini görürüz. Aslında bu görüş ve bu anlayışımızdır ki, biz insanlara, diğer bütün varlıklardan ayrı bir mevki vermektedir. Öyle ki, bizim o mevkide kalışımız ve o mevkie liyakatimiz, ancak, kâinattaki o programın varlığını sezebilmemize ve anlayabilmemize bağlıdır. En küçük varlık olan atomdan – hatta onu da meydana getiren parçacıklardan – dev yıldız ve galaksilere kadar her bir varlığın böyle bir programın eseri olduğunu bilmemize bağlıdır. Bu programa kendimizin de dâhil olduğunu bilip, kendi programımızdaki hususiyetin şuuru içinde olmamıza bağlıdır. Bunu bize sağlayan ise ilimdir.



İlim nedir?

Bazı şeyler vardır ki kavranması ve tarifi fevkalâde güçtür ama herkes bunu tanıdığını, bildiğini sanır. Bunlardan bir tanesi, belki de en mühimi ilimdir. denildiğinde, ekseriyetle, birtakım tespitlerin, birtakım neticelerin alınarak bunlar arasında bir alâka kurulması akla gelmektedir. Bu yüzden de şimdiye kadar ilmin ne olup ne olmadığı bir türlü anlaşılamamıştır.

İlim, gerçekte kâinat nizamının ve sanatının anlaşılmasıdır. Bilhassa onun Sanatkârı ve Yaratıcısı ile bir münasebet kurulmasıdır. İlim, kendisinin veya birtakım insanların dimağlarının mahsulü değildir. İlim, yaratılmış bir varlıktır. Eğer ilim yaratılmış bir varlık olmasaydı ne atomun çekirdeğindeki matematiği bilebilir ne de galaksilerdeki en ince hesapları tanıyabilirdik. Çünkü bunlar beynin mahsulü değil, beynin kendisinden daha önceden beri mevcut olan hâdiselerdir.

Biz herhangi bir ilmi, belli bir sistematikten ilhamla kazanıyoruz. Yani bir geometrik diziden gidiyoruz, bir diziden gidiyoruz. Fizik, matematik, geometri ise kâinat sanatının iskeletidir, bizim icat ettiğimiz şeyler değil. İlim, Büyük Yaratıcının kâinat sanatını, bilhassa insana tanıtmak için yarattığı bir sistemdir. , ilmin mahfazası gibidir. Çünkü Yaratıcı kendi güzelliğini tanıtmak için insanı yaratmıştır. İnsan, kendi bestesinin olduğu kadar ilâhî bestenin de bir dinleyicisidir.

İlme nasıl kavuştuk?

Kâinata bakarken bir noktayı göz önünde tutmamız lâzım gelir: Biz kâinatı beş duyumuzla tanıyabiliriz. Kâinatta binlerce ışık vardır. Gözümüz bunlardan yalnızca yedi tanesini alır. On binlerce ses titreşimi vardır. Kulağımız bunlardan pek mahdut sayıdaki titreşimi alabilir. Kâinatta milyar santigrada kadar sıcaklık vardır. Dokunma hissimizle bunların içinden yalnızca 15-20 derecelik bir farkı sezebiliriz.

Bizim duygularımız kâinatın büyük yapısını, muhit sanat ve ilmini idrak edecek kabiliyette değildir. O halde biz ilme nasıl kavuştuk? Atomu mu gördük? Galaksileri mi gezdik? Gama ışınını, fermiyonları gözün mahdut yedi ışığı görme kapasitesiyle gördük de mi bulduk? Hayır!

Zihinlerimizde doğan, gönlümüzde yükselen bir arzuyla kazandık. Bu arzu bize, “Bu böyledir” diye seslendi, ilmi bulduk.

İçimizden bir spiker, bize “En küçüğün de küçüğü olacak” diye fısıldadı. Atomu tanıdık. İlmin çıkış noktasını iyice tespit edebilmeliyiz ki, ilmin Büyük Yaratıcı tarafından verildiğine gerçekten inanabilelim. Eğer biz beş duyumuzla kalsaydık ve bu beş duyunun idrakiyle kâinatı değerlendirseydik, insan dışındaki diğer varlıklardan farklı bir muhakeme sahibi olacak değildik. Ne aklın ne ilmin ne de medeniyetin herhangi bir merhalesine dahi gelemezdik.

Beni bul, benim sanatımı gör!

Yine beş duyumuzla kalsaydık önce teknolojiyi bulup, sonra onun matematiğine varmamız gerekecekti. Halbuki insan önce fizik ve matematiği, sonra teknolojiyi bulmuştur. Beş duyuyla izah edilemeyecek olan atomdaki formülleri, atomu keşfetmeden önce öğrenmiştir. Âdeta atom fiziğine ulaştığı , elindeki belli formülleri kullanır hale gelmiştir.

Eğer fizik ve matematik tarihini incelersek bu ilgi çekici noktayı da tespit etmiş oluruz. Aslında ilim, Cenâb-ı Hakk’ın insana verdiği ve “Beni bul, benim sanatımı gör” dediği bir cevherdir. İşte biz ilme böyle inanıyoruz.

Bugün ilim, varlıklar ile program arasındaki münasebeti çok açık bir şekilde bize göstermektedir. Dün hâdiseleri yorumlarken bu mevzuda kesin bir tarif getirilemiyordu. Meselâ, “Hücrenin hafızası mı var ki, bütün bu kabiliyetlerini kuşaktan kuşağa geçiriyor?” deniyordu.

, gerçekte öyle bir programı ifade ediyor ki, hangi saniye neyi işleyeceği, bir saniye sonra neyi yapacağı, bir manada bellidir. Hücrenin laboratuvarları bir el kitabı üzerinde çalışıyor gibidir. Sanki hücre laboratuvarları kitabı açıyor, işliyor, imalât yapıyor…

Matematiğin evrimi yoktur.

Bir fabrikanın imalâtı esnasında her bölümün neyi ne zaman ve nasıl yapacağının belli olması gibi insan vücudunun yapısında da bu matematik program geçerliliği vardır. Bu programın varlığıdır ki hayata, canlıya, varlığa bambaşka bir açıdan bakmamızı icap ettirir. Çünkü bu kompüterize sistem içerisinde mütalaa edildiği takdirde, dün birtakım zihinlerde yer bulma istidadında olan teoriler – meselâ teorisi – program ve hücre görüşü karşısında birden bire, güneşte erimiş kar tanesi gibi olur.



Çünkü programda evrim olmaz. Program, matematik bir katiyeti ifade eder.

İşte evrim düşüncesinin en büyük sakatlıklarından bir tanesi burada yatar. İnsanı en üste yerleştirip alta amipi koymak, insanın kendi kendisine bir evrim hazırlaması manasına gelir.

Niçin bir kelebek evrimin son temsilcisi değildir? Diğer mahlûklar ondan daha mı güzeldir? Deniz dibindeki elektronik bir balık neden evrimin son temsilcisi değildir? Kompüterize sistem hakikatinde bütün safsatalar iflâs ediyor.

Matematiğin evrimi yoktur. Hangi program verilmişse sistem onu yürütür. Bir insan kendisinden beklenen fonksiyonları yerine getirmek üzere ne derece mükemmel programlanmışsa bir kelebeğin kendi fonksiyonlarına nispetle programlanması da o derece mükemmeldir.

İşte ilme program fikrinin yerleşmesi, yani kompüter sisteminin bulunması, yalnız teknolojiye dev bir adım attırmakla kalmamış, ilmi de geliştirmiştir, hücreye doğru şekilde bakmasını öğretmiştir.

İçerik no: 3594


Kaynak: Zafer Dergisi, Mayıs 1989, Sayı: 149